22 Ocak 2018 Pazartesi

Rapunzel'in Vedası



"Korkma! Korku ruhu kemirir. Aşağı bakma, aşağı bakma,aşağı bakma... Korkarsın aşağı bakarsan. Birazdan özgür olacaksın. Ruhunu özgür bırakacaksın. Kuş misali hafifleyeceksin.  Her şey güzelecek az sonra. Dünya'nın yükünü kendinden kendi yükünü başkalarından alacaksın. Kimseyi ardında bırakmıyorsun, onlar da yanına gelecekler; sen gidenlerin yanına gidiyorsun sadece. Belki üzülecekler ama anlayacaklar seni; anlamasalar bile umurunda olmasın. Sen yapman gerekeni yapacaksın; eninde sonunda olması gerekeni. Korkma!"

Son kez baktı Kule'deki odasına, yanıma geldi beni öptü. "Hoşça kal; buralar sana emanet." dedi. Pencereyi açtı. Rüzgar tenini yalayınca gülümsedi eski alışkanlığıyla. Yavaşça maskesini çıkardı yüzünden, zorlanarak da olsa çıktı pervaza; tüm yaşanılanları düşündü orada. Binlerce şey geçirdi içinden. Beni düşünürken gülümsedi belki de. Sonra havaya bir adım attı ama biliyorsunuz gökyüzünde yürüyemez insanlar. Attığı adımı hayat bilgisi dersinde öğrendiği bir kural devam ettirdi: yer çekimi.

Öyle güzeldi ki düşüşü; hiçbir şey hissetmedi. Ne narin bedeni ne de ince ruhu acı çekti. Ölümün en büyük özgürlük olduğunu söyleyen o şaire selam olsun şimdi. İnsanın uçamaması ne hoş değil mi, istediği zaman ölebiliyor.

***
İyi bir anlatıcı değilim. Kimse bir oyuncak ayıdan iyi bir anlatıcı olmasını beklemesin. Bilmiyorum belki de anlatmak saçmadır; ki burada olsaydı o da böyle düşünürdü. "Bizi hatırlayan son şey de öldüğünde hikayemiz de bizimle birlikte yok olacak, yitip gideceğiz." derdi. "Sadece hikayemizi dinlemiş olanların zamanlarını çalmakla yetineceğiz."
Toby duramaz  karşı çıkardı bu fikre. "Yitip gitmeyeceğiz; Bayan Black'in dediği gibi yıldız olacağız..." İşte o zaman sinirlenirdi Rapunzel "Bayan Black bağnazın biri sen de saçma bir romantizmin, aptallığın içindesin Toby! Gömülen bir şeyin yıldız olması kadar büyük bir aptallık hem de. Yıldızlar insanların ruhlarından değil; çarpışmalardan adını bilmediğim ama  Luna'nın sürekli izlediği belgesellerdeki şeylerden oluşur." Toby başını eğer "Haklısın, okula gitsek bilirdik belki..." derdi. İşte o zaman susardı ikisi. Kim bilir ne düşünürlerdi, ne geçerdi yüreklerinden;  yatağın bir ucundan onları izlerken içlerinden geçen hayalleri düşünürdüm; onlar bu Kule'ye hapisti.

On bir buçuk yaşındaydı ona hediye edildiğimde. Babası iyi gelen karnesinden sonra  bez bebekler, legolar, oyuncak trenlerle dolu olan bir dükkandan almıştı beni. Okulun son günüydü; beni ilk gördüğündeki halini şimdi bile hatırlıyorum; içi gülüyordu gözlerinin ve kulağıma "Söz veriyorum seni hiç bırakmayacağım, en sevdiğim oyuncağım olacaksın." diye fısıldamıştı. Aramızda kalsın öyle de oldu.

Bir şöleni bekler gibi beklerdim eve dönüşünü çünkü bir şölen gibi yapardı ne yaparsa.  Üstünü başını değiştirir, annesinin önüne koyduğu sütle keki yer; ödevlerini büyük bir özenle yapar sonra da yatana dek benimle oynar, bana gününü anlatırdı Rapunzel. Tüm gün sınıfta, kantinde bahçede neler oldu, kimler uslu kimler yaramaz durdu, o gün derste neler anlattı öğretmen...  Her şeyi, her şeyi anlatırdı.

Bir gün eve sevinçle gelip sınıf başkanı olduğundan bahsetmişti. Onu tahtanın önünde bir yandan sınıfın düzenini sağlamaya, konuşan çocukları yazmaya çalışırken bir yandan da uzun, sırma saçlarını eliyle düzeltirken hayal ederdim. Ona Rapunzel demem boşuna değildi.  Ben oyuncak ömrümde böyle güzel saç görmemişimdir. Hele annesi iki yandan ördü mü saçlarını... Bırakın sınıfı, evrenin en güzel kızı oluverirdi.

On dört buçuk  yaşındaydı; artık liseye gidiyordu.  Benimle oynadığı zamanlar azalmış, dertleştiği zamanlar çoğalmıştı. En yakın dostu bendim, bir de elinden düşürmediği kitapları...  İnsanlar yerine sanattan, felsefeden, şiirden konuşuyorduk artık.  Daha doğrusu o ağzından bal akarmışçasına anlatıyor ben de o balın tadına hayran olan bir ayıcık olarak onu dinliyordum. Rönesans ile ilgili okumalar yapmayı seviyor, Barok dönem müziklerini dinliyordu.

Güz günlerinden birinde yataktan çıkamayacak kadar yorgun olduğunu söyledi annesine; iştahı da kesilmişti son günlerde, soluk görünüyordu hiç olmadığı kadar. Annesi bilmiyordu tehtid olarak söylediği "Doktora gidelim o zaman küçük hanım." lafının ne ağır anlamlar taşıyacağını... Bir anne olarak ne denli büyük bir yükün altında kalacağını bilmiyordu.

Doktoru önce annesini sonra yetmeyince Rapunzel'in sırtını dinledi o da yetmedi bir sürü test yaptırdı sonra büyük "Hmm"lar çekerek onu daha yaşlı ve daha büyük gözlük takan başka bir doktora yönlendirdi. Daha yaşlı ve daha büyük gözlük takan doktorsa daha büyük "Hmm"lardan sonra "Sizi bir müddet burada tutalım." demişti. Üç kelime daha eklemişti sonradan cümlesine. "Sanırım kızınız lösemi." Sorsak hala kızar biliyor musunuz; ona değil de annesine söylediği için teşhisi. Ellerini göğsünde kavuşturup "Yahu hasta olan benim be adam annem değil, benim duymaya hakkım yok mu?" der.

Bir şeyleri sahiplenmekte ondan ustasını görmedim. Bu durumu bile bir oyuncak sahiplenir gibi sahiplenmişti. Her şey normaldi ona göre. Bu yaşananlar, bu olanlar olması gereken şeylerdi. Sanki bu Dünya'ya kan kanseri olmak için gelmiş gibi, bu onun için olmazsa olmaz bir şeymiş gibi davranıyordu. Anlıyor musunuz? Rol mü yapıyordu yoksa kanser denen bu mereti bu kadar çok mu seviyordu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Sonra... Sonrası malum ve bir sürü tatsız olaylar silsilesi... Birkaç haftalık müşahede aylara hatta yıllara çıktı. Hastanede büyüdü Rapunzel. Kot farkı yüzünden diğer servislerden ayrı duran ve en üst katta bulunan onkoloji  servisine "Kule" diyorlardı arkadaşlarıyla. Beni bir kez olsun  ayırmıyordu yanından. İlk kemoterapisinde de yanındaydım bu yüzden saçlarını tıraş etmek zorunda kalışında da. Şimdi bile çok iyi hatırlıyorum o günü; bıraksak ağlayacak diye düşünüp "Berber Partisi" diye bir şey uydurmuştuk serviste. Ve yenmesi yasak olan ne varsa yemiştik. Cips, kola ve hatta annesi duymasın ama Toby'nin gizlice içeri sokup güzel bir şiir eşliğinde Rapunzel'e sunduğu, karşılığında da bir öpücük aldığı şarap... Hakkını yemeyelim Bayan Black düşünmüştü bunu. Kan alamayan hemşireden dert yandıktan hemen sonra "Zor bir durum bilirim, üzüldüğünü de söylemez o yavrum; bir eğlence düzenlemeli." demişti.

Bir süre iyileşir gibi olmuştu Rapunzel; vücudu düzelir sanmıştık. Her şey iyiye gidiyor sanmıştık ama öyle olmadı. Hatta daha kötü oldu her şey. Ateşlendi, kustu tekrar döndü Kule'ye. Eski bir dostla karşılaşmış gibi karşıladı bunu. "Biliyorum beni özlediniz." diyerek girdi servisin kapısından. Tek tek selamladı herkesi; öptü. Ne garip herkes biraz üzgün biraz mutluydu o döndüğünde. Üzgünlerdi çünkü kendilerinin de eve dönme umudunu taşıyordu Rapunzel; o iyileştiyse onlar da iyileşebilirdi. Mutlulardı çünkü vakit geçirecek dostları yanlarına dönmüştü.

Soğuğun artık üşütmeyip yakmaya başladığı bir nokta vardır, bilir misiniz? İşte o noktadaydı şimdi Rapunzel. Umudu canını yakıyordu, çekilmesi gereken acıları vardı; gülümsemekten yanakları acıyordu artık. Ama o mutluluk inadına tutulmuştu. Göstermekten imtina ediyordu hüznünü. "Hastalığımla yeterince meşguller bir de benimle uğraşamazlar."  diye düşünüyor olmalıydı. Kimseye açmıyordu içini; sevgilisi Toby'e, annesine hatta bana bile. Bazen uzaklara dalarken yakladığım gözlerinden okurdum; okulu bırakmak zorunda kalışının, eninde sonunda gelecek olan ölümün ona bu kadar acı vermesi düşüncesinin, istediği zaman dışarı çıkamayışının ve 'neden onca insan arasında ben' isyanının hüznünü.

On altı yaşında kan kanseri bir genç kızsanız ve sizi tedavi eden şeyler bile canınızı yakıyorsa diğer insanların mantıklı bulduğu kararları vermeyebilirsiniz. Yaşamak istemeyebilirsiniz. Her şeyi ardınızda bırakacak kadar cesur olabilirsiniz; on yıl boyunca hastanede kalıp bir gün verandasında oturacağınız bir ev hayali kurmazsınız mesela. On altı yaşında bir genç kızsanız; sokakları merak edersiniz; barları, cafeleri, yaşıtlarınızın ne yaptığını, üniversitenin nasıl bir yer olduğunu merak edersiniz. Bu merakın motivasyonuyla yaparsınız ne yaparsanız. Kanser sadece vücudun kanseri değildir bu yüzden. İnsanın motivasyonuna da bulaşır; ruhunda gezer. Yer, bitirir insanı.

On altı yaşında ilik kanseri bir genç kızdı Rapunzel. Ve yaşamak isteğini de tıraş etmişti saçlarıyla birlikte. O yüzden pencereye doğru o ilk adımı attığında kendinden hiç olmadığı kadar emindi. Herkesin onu çok özleyeceğinden, annesinin ne kadar üzüleceğinden, Toby'nin kendini suçlayacağından emindi. Ama bunu yapmak zorunda hissediyordu kendini; umudun yorgunluğu altında ezilmemek için yapmalıydı bunu.

Önce kimsenin olmadığı bir anı kolladı sonra annesine ve babasına bir not yazdı; son kez baktı odasına. Yanıma geldi beni öptü ve "Hoşça kal; buralar sana emanet." dedi.  Ötesini biliyorsunuz. Tekrarın lüzumu yok; iyi bir anlatıcı olmadığımı söylemiştim. Ama bu hikayenin anlatılması gerekiyordu kanaatimce. O benim en iyi arkadaşımdı, yaşatabildiğim kadar yaşatmak benim görevimdi belki de; hayattayken yapamadıysam da ölünce yapmak istedim. Sizler onun hikayesini unutana dek bari yaşasın istedim.





Rapunzel'in Cenaze Marşı

Emir'in İmtihanı



İkindi güneşinin hiç de azımsanmayacak derecede vurduğu bürosunda dosyaları ile uğraşıyor arada bir kafasını eline alıp kara kara düşünüyordu. Birazdan Büyük Patron gelecek yıllık değerlendirmeleri yapacaklar; yeni gelişmelerden bahsedecekler, üstüne biraz daha yük yüklenecek; biraz daha yasa dışı iş planlayacaklardı. Aslında sevmiyordu işini, sorsanız Ege'de küçük bir kasabada sebze meyve yetiştirerek sürdürmek isterdi geçimini. Ama bulaşmıştı işte bir kere bu işe. Elini vermiş kolunu kaptırmıştı. Şaka değil gerçekten öldürürlerdi onu; ki zaten ölümünün öyle ya da böyle ecel yoluyla olmayacağını biliyordu. Burası yani Bremen Petshop  ve Veterinerlik suç üreten bir fabrika gibiydi ya ölür ya öldürülürdünüz.

Kahve makinesini çalıştırdı düşünceli düşünceli, kaç bardak olduğunu saymayı bırakmıştı artık. Yıllık hasılatlarını ve sunacağı dört önemli dosyayı düşünüyordu. Yavaş yavaş masasına giderken açıldı kapısı. O gelmişti. Büyük Patron. "Merhaba evladım." diyerek oturdu masanın önündeki deri koltuklardan birine. "Hoş geldin Patron." dedi. Yüzünden gerginliği okunuyordu, hesapta her şey normal emniyet berkemaldi. Ne polisler uğramış ne de yurt dışı bağlantılarında bir sorun çıkmıştı ama bu da Büyük Patron'du. Neye kızacağı neye takılcağı belli olmuyordu ki. Geçen sefer yapılan  bir soygunda girişi önden değil arkadan yaptıkları için haşlamıştı onu mesela, aldığı payı da kesmişti.
Elindeki fincana bakıp "Bana bir kahve yap evladım, sade olsun." dedi Patron. Cevap vermeden yapmaya başladı kahveyi. "Ah ulan..." diyordu içinden. "Kaçıp gitmek vardı şimdi, anasından ayrılmış özgür taylar gibi koşmak vardı..."

Kahveyi titreyen eline rağmen dökmeden getirdi "Buyur Patron." diyerek koydu önüne.  "Sağ ol evladım." cevabını alması uzun sürmedi. Sanki zorunluluktan konuşan iki robot gibilerdi. Hareketleri, ses tonları ve hatta birbirlerine olan duyguları bile mekanikti. Bu onlar için onca

"E anlat bakalım Emir, neler oluyor ben yokken; sana burayı emanet ettik, çekip çevirebiliyorsundur umarım. Neler yaptın bakalım görelim." dedi. İşte o sihirli sözü söylemişti. Elinde bir büyük, dört de küçük dosyayı daha Patron cümlenin yarısındayken hazırlamıştı. "Buyur Patron." diyerek. Kapıya çıktı, büronun petshopa bakan kısmına doğru bağırdı." Selim biz Patron'la önemli bir şey konuşacağız; soran olursa beklesin!" Döndü, ağır ağır Patron'un karşısına geçti; oturdu. Güneş terleyen alnına vuruyordu şimdi.

"Burada yıllık cirolarımız, genel değerlendirmelerimiz, çalışanların payları falan var." diyerek koca dosyayı uzattı. Sanki anlattıklarıyla ilgilenmiyormuş gibi yapan bir edayla "Polislerle aranız nasıl? Rahatsız ediyorlar mı? Emri büyük yerden veriyoruz, rahat olun..." diye sordu Patron. Karşılığında da kuru bir "İyi geçiniyoruz, sıkıntı çıkarmıyorlar." cevabını aldı.

Dosyayı incelerken düşünceli görünüyordu Patron. Durdu "Selim'i yanımıza alacağız sanırım." dedi "Ona daha büyük işlerde ihtiyacımız olcak; çevik çocuk, işi de biliyor belli." İçinden okkalı bir küfür savurdu Emir. "Dünkü bebeyi bile alırsın yanına biz anca muhasebe işlerine bakalım, ayakçılığını yapalım. Ulan Keltoş ulan Keltoş, şuradan leşimin çıkmayacağını bilsem deşmez miydim seni..."  Ona kızdığında Keltoş diye hitap etmeyi severdi; çünkü peruğunun faturasını bile Emir kesiyordu.

Bir an aklına kızı geldi Emir'in; bilirsiniz çocuklara öğretmenleri babalarının işini sorarlar. Ela'yı düşündü. "Öğretmenim babam birtakım kötü adamların yanında kara para aklamak ve çalışanlarının düzenini sağlamakla meşgul. Örneğin şu an bildiğiniz bir mafya babasına hesap veriyor; eğer yanlış bir şey yaparsa en iyi ihtimalle topuğundan vurulabilir  en kötü ihtimalle de yetim kalabilirim."

"Şunlar ne?" diyerek üst üste duran dört dosyayı gösterdi Patron. "Bunlar bu senenin en iyi işleri; büyük dosyada karışmasın istedim." diye cevapladı Patron'un ilgisini çekmiş görünüyordu.

İlk dosyayı eline aldı; anlatarak uzattı:
Ön yüzünde Mersin, Eşekler yazıyordu. "Kıbrıs üzerinden getirdiğimiz beyazlar." diye açıkladı Emir. "Büyük para kazandık bu işten; un çuvalları gerçekten iyi fikirdi. Edirne üstünden yaptık dağıtımını, dediğiniz gibi yurt içine hiç bulaşmadık. Şurada detaylar yazıyor."  Patron'nun yüzü gülüyordu. "Güzel." dedi.  "Nakliyeyi iyi ayarlamışsınız; böyle devam edin yalnız Narkotik'te bir herif var, postalanmayı bekliyor; ben fişini çekene kadar bekleyin biraz. Şimdilik ara verilsin bu işe, benden haber bekleyin."

Av Köpekleri yazan ikinci dosyaya geçtiler. "Bu önümüzdeki iş için yapılan hazırlıklardan mı?" diye sordu Patron. "Evet efendim." dedi Emir. "Dediğiniz gibi soyacağımız kuyumcuyla ilgileniyoruz; yavaş yavaş sokuyoruz adamlarımızı içeri. Fark edileceğimizi sanmam. Haftada bir kontrole gidiyorum; birkaç kere müşteri taklidi yaparak da gittim, her şey normal görünüyor. Bizim çocuklardan ikisini güvenlikçi yaptık sevdirdiler bile kendilerini." Patron'nun sırıtışı giderek büyüyordu.

Üçüncü dosyanın önünde Erhan Kedi Olalı Bir Fare Yakaladı yazıyordu. "Bu ne lan?!" dedi Patron. Dosyayı fırlattı sehpaya. "Espiri olsun istemiştim." dedi Emir. "Oğlum biz burda tiyatro mu çeviriyoruz lan! Espiri istemişmiş beyefendi. Ulan Emir, ulan Emir senden bu kafayla hiçbir halt olmaz. İnsanda ne şevk bırakıyorsun ne iş yapma isteği..." Kapkara oldu Emir, ne diyeceğini bilemedi. Sustu. Patron bozdu buz kesen sessizliği: "E ne vardı dosyada?" dedi. Açıkladı Emir: "Bu Mersin mevzusunda tüm işi Erhan üstlendi, polisleri, nakliyeyi, Kıbrıs'taki adamları bile o ayarladı; geçen gün arayıp en iyi işi yapan elemanı seçmemi istemiştiniz onda şey ettim..."

Buz kesmiş bir suratla "Sen benim için bir hayal kırıklığısın." der gibi bakıyordu Patron. Erhan da Emir de umrunda değildi, meseleye olan ilgisini kaybetmişti. İnsanlar neden şakalaşırdı ki? Neden gülerlerdi? Dünya bu kadar pembe değildi; adam öldürülür, hırsızlık yapılır, sakat bırakılırdı bu Dünya'da. Bunca kötülük varken nasıl gülerdi insanlar. Hele bu kötülüğü salgılayanlardan biri iseniz; gülmeye ihtiyaç duyar mıydınız sahiden? Anlayamıyordu.

O bunları düşünürken Emir içinden olan küfrü sayıyordu Keltoşa. "Şu işten sağ salim kurtulsam..." diyordu;  "Akşama çıksam her şey düzelecek. Her şey."

"Son bir dosya daha var bakmak isterseniz..." dedi. Lütfeder gibi uzandı Horoz Dövüşü yazan dosyaya. Patron sormadan açıkladı: "Bu da geçen ay açtığımız bahis yerinden; horoz dövüşüyle başladık ama iş büyüyecek gibi. Çok az kaybettik o da fark edilmemek için..." Patron ilgisizdi hala ama sordu yine de. "Kimler var işin içinde?" Emir de donuk bir biçimde cevapladı. Aralarındaki gerginlik hissediliyordu. "Musa'yı görevlendirdik; o başka çalışanlar buldu. Horozlara ilaç içiriyoruz, kafalar matiz oluyor öyle dövüştürüyoruz." Son cümleyi öylesine söylemişti. Havada durup kayboldu cümlesi.

Derin bir sessizlikten sonra "Tamam." dedi Patron "Göreceğimi gördüm; sen bu dosyaların birer kopyasını Selim'le yollarsın, o şakayı da değiştir." Babacan bir tavra büründü. "Bak kaç yıldır birlikteyiz seninle hiç mi bir şey öğrenmedin? Azıcık ciddi ol oğlum, bu iş şakaya gelmez. Diken üstünde bir iş. Dikkat et. Bugün bir şaka yaparsın; yarın cenazende gülerler ardından..."

"Haklısınız efendim." diyebildi Emir kravatını azıcık gevşetirken. Binanın dışına kadar yolcu etti patronunu. Geri döndüğünde Güneş'in yerini mor bir akşamüstüne bıraktığını gördü; yorgun adımlarla masasına geçti. Dolaptan bu durumlar için sakladığı en az kırk yıllık bir viski şişesi çıkardı.

12 Ocak 2018 Cuma

Şair'in Mektubu



     Sen yoktun, hiçbir şey yoktu. Kokun var oldu, kokun geldi önce. Başımı döndürüp beni önce semaya fırlatan daha sonra bir gül bahçesinin ortasına usulca bırakan kokun... Yüzünü görmedim, sesini işitmedim; kokunla sevmeye başladım ben seni Muazzez. Dün gibi hatırlarım kokunla tanıştığım  o amfiyi, hangi hoca girmişti o derse, ne anlatmıştı bilirim şimdi bile. Aklım dağılsın diye baktığım bahçede kaç kuş vardı bilirim çünkü senin kokun var etmişti onları.

 Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahh! beni vursalar bir kuş yerine


          Sen o bahçenin biricik gülüydün benim için, ne zaman gülümsesen açardın goncadan. Ne zaman ağlasan, bir çiy tanesi olurdu yaşların... Ve ne zaman konuşsan kafamda aynı şarkı. Bir kızıl goncaya benzer dudağın, açılan tek gülüsün sen bu bağın... 

         Bir gülün açışını bekler gibi bekledim belki de bana yüzünü dönmeni. Dönüşünle Dünya da dönmeye başladı sanki. Gündüzü ve geceyi, mevsimleri sen var ettin. Baharın gelişi senin yüzünün suyu hürmetineydi. Senin yüzünden ve senin sayendeydi her şey. 

           Ben bir bedbaht karga idim seni izleyen. Ne sesim yeterdi bülbüller gibi şakımaya, ne güzel tüylerim vardı tavuslar gibi ne de cesurdum kartallar misali... Ben bet sesli, çirkin ve korkak bir karga idim.  Sen iyi ederdin belki de beni ama sana ulaşmam için önce kendimi sevmem sonra da senin dikenlerinden korkmamayı öğrenmem gerekiyordu. İlacıma ulaşmam için önce tedavi olmam gerekiyordu Muazzez, böyle kısır döngüleri bilir misin? 


Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur

          Sana hep en yakın ama bir o kadar da uzak durmam bundandı. Şiirler yoldaşım oldu. "Ya hiç olmasaydın."larla,  "Varlığın yokluğuna yeğdir."lerle avuttum kendimi. Aynalardan imtina edip bir ağaç gölgesi buldukça yazdım sana olan hislerimi...

        Kokundan, yüzünden sonra geldi adın Mona Roza. Bir şiir getirdi sana bu adı; erişemediğim perperişan seni izlemek zorunda kaldığım o günlerden birinde. Bu isim öyle yakıştı ki sana bazen diğer güller seni kıskanacaklar, sana bir şey yapacaklar diye korkardım. Benim sevgim miydi seni bunca güzelleştiren yoksa güzel olduğun için mi sevmiştim seni? Bilmezdim. Bir kısır döngüye daha takatim yoktu; ben okulda gün boyu izleyip günün devamında da seni düşünmeyi seçerdim.


Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne

        
         Günler böyle geçti Mona Roza. Seni sevmek derdi ile dikenlerinden korkmak arasında uçtum yıllar boyu. "Sevdiğimi demez isem sevmek derdi beni boğar." diyen Yunus'a inat içimde açtırdım yediverenini. Kokunu biriktirdim, yüzünü ezberledim yıllar boyu. Seni o bahçenin ardından izlemeyi öğrettim kendime. Bir başka kuş gelse yanına, ödüm kopardı. Çiy taneleri düşse yanaklarından bin parçaya bölünürdüm.


           Öyle alıştım ki bu duruma bir süre sonra seni sensiz sever oldum. Varlığının bir önemi kalmamıştı benim sevdamın karşısında... Sevgim onu bile aşmış kendiliğinden yeşerir olmuştu. Sensiz de sevebilirdim artık seni.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış

            İşte bu yüzden okulun son günü bir şiir okumamı istediklerinde benden, durmadım Mona Roza. Okudum o şiiri çünkü daha fazla acı çekemezdi bu ruh. Alacağını almıştı, dolmuştu, taşacaktı. Tek bir şansı vardı bu karganın ve onu da senden ayrılacağı gün kullandı. O son günde bakabildi ancak yüzüne.

           Zaman ne garip şey Mona Roza, bunu daha önce yapmış olsam bir kahraman olacaktım belki de. Sonucu iyi ya da kötü. Harekete geçmem yetecekti. Oysa şimdi "Yazık olmuş."tan öteye geçemeyeceğim. Hikayem anlatılırken ardımdan üzülüp bir de "Kim bilir." diyecekler "Daha evvel davransaydı oğlancağız, kız da acır severdi belki; evlenirler, çocukları olurdu." Ben bunu istemezdim Mona Roza. Ya sen seçecektin beni ya da uzaktan sevecektim seni; üçüncü bir seçeneğim yoktu. Belki de bir gülün bir kargayı seçeceği günü bekledim belki de. Bu umuttu beni yaşatan.


Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı


           Kendinle o kadar ilgiliydin ki benim gibi bir kargayı sevmen imkansız geldi bana. Bu yüzden öğrenmenin benim için hiçbir anlam ifade etmediği kendi kendine de var olabildiği bir zamanda öğrendin aşkımı. Belki de en doğru zaman buydu. 

          Sahneden inip bana gelişini izlerken bunları düşünüyordum. Yüzündeki gülümsemeyi hayra yormadım bu sefer. O gonca bana değildi, bildim. Soran hatta belki azarlayan bir şeyler vardı o gülüşte. Birkaç dakika sonra ellerini alaycı bir şekilde saçına atıp "Bu banaydı, öyle mi?" diyeceği belliydi o gülüşün. 

           En iyi bildiğim şeyi bu yüzden. Ardıma bakmadan kaçtım. Zor oldu gözlerimi gözlerinden çekmek, ama başardım. 

Benim aşkım uymaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler

          Bir daha seni hiç görmedim Mona Roza. Hiçbir gülü koklamadım senin gibi. Kimseye isim takmadım. Şöyle bir bahar havası alayım diye dışarı çıktığım bu sabah bir şeyler hatırlattı seni bana. Ben de durup bunları yazdım; dile kolay yirmi beş yıl olmuş Mona Roza; mektup yazacak kadar yenmişim korkumu. Bir bu kadar daha bekleyebilseydik belki gözlerine de bakabilirdim. 




10 Ocak 2018 Çarşamba

Bilge Hayatta Kalıyor.



Hayatta kalmanın zor olduğu bir çarşamba. Tıpkı diğer çarşambalar gibi, tıpkı diğer aynı kaba damlayan günler gibi…
İki kuruş daha kazanabilmek için mesaiye kaldı bugün Bilge. O bir beyaz yakalı. Kariyer yapmak için patronuna yalakalık yapmalı, boş vakitlerini ev yapımı ve organik besinler aramakla geçirmeli ve eğer arkadaş bulmak istiyorsa plazanın terasında sigara içerek dedikodu yapmalı. Ama hayır, hiçbirini yapmıyor. En yüksek karı getirdiği için bir türlü kovulamayan baş belası eleman, boş vakitlerini sahafları gezerek değerlendiriyor ve kitap okumak onu öksürtmediği için çok mutlu.
Mesainin son dakikaları; saçını toplamak için kullandığı kalemi çekiyor tek hareketle, siyah ve yorgun saçları omuzlarına dökülüyor. Masasına şöyle bir göz gezdirip çantasını topluyor. Bilgisayarını kapatıp yorgun adımlarla herkese iyi akşamlar dileyerek çıkıyor binadan.
Yağmurun yağdığını görüp seviniyor. Geçen sene yağmurda buğulanıyor diye gözlüklerini atıp lens aldı. Kimseye buna denk bir fedakarlık yapmam diye düşünüyor ellerini istemsizce havaya kaldırırken.
Yetmiyor, başını da kaldırıyor. Değen her damla ruhunu yeşertiyor sanki. Yürümeye başlıyor sonra insanların, elektrik direklerinin, kedilerin, köpeklerin arasından geçiyor. Refleks olarak durduruyor onu bacakları. Vücuduna şaşırıyor çünkü ruhuna kalsa yağmur dinene dek yürürdü. Otobüsü durağın dışında beklediğini söylememe lüzum yok sanırım.
İki şarkı dinlemelik vakitte geliyor otobüs. Biri Radiohead’ten diğeri Travis’ten. Bilge evi ve işi arasının tek vasıta ile gidebilecek mesafede oluşuyla şanslı sayıldığı bir şehirde yaşıyor. Otobüse balık istifi şeklinde binince üzülemiyor bu yüzden. Eve gidecek ve günlük dertlerini unutacak. İnsanın hayattaki tek gayesi eve gitmek olmamalı. Otobüsün buzlu camına bakarken bunları düşünüyor. Bir de acıktı. Evde de bir şey yok; markete uğraması lazım.
Yine refleks olarak ineceği duraktan önce kırmızı tuşa basıyor, insanları yararak iniyor otobüsten. Yağmurun hala yağdığını görüp gülümsüyor. Bir marketin bir evin sokağına bakıyor. Marketi seçiyor. İlginç bir gurur duyuyor çünkü bu eve yemek söylemeyeceği anlamına da geliyor. Aferin kızıma.
Markete mekanik hareketlerle giriyor. Yine aynı mekanik hareketlerle biraz sebze meyve, abur cubur, su ve yoğurt alıyor. Yerli Malı Haftası’ından öğrendiği alışkanlığıyla son kullanma tarihlerini kontrol ediyor kasa kuyruğunda. Hepsininki birkaç ay sonra ama yoğurtta bir sorun var gibi. Cebinden telefonunu çıkarıp tarihe bakıyor. Göz bebekleri büyüyor, gördüğü şeye inanamıyor. Berrak bir gökyüzüne düşen yıldırımın ardından gelen fırtınaya benziyor zihni.
Bugün doğum günüymüş. Yıldırım anında elindeki sepet içindeki meyve sebze, abur cubur, su ve yoğurtla birlikte yere düşüyor. Bugün Bilge’nin doğum günüymüş ve kendisi dahil kimse bilmiyor.
Heykele, taşa kesiyor aniden Bilge. Arkasındaki adam “İyi misiniz hanımefendi?” demese kendine gelemeyecek. O an değil yok olmak hiç var olmamış olmayı diliyor. İz bırakmadan kayıp gitmek istiyor. “İyiyim, bir şeyim yok.” diyor adama. Yerdekilere aldırış etmeden yarı koşar halde pastaların durduğu reyona gidiyor. “Şu.” diye gösteriyor parmağıyla pespembe bir pastayı. Bir de şarap kapıyor. Bilge beyaz şarap sever ama kimse bunu umursamıyor tıpkı doğum gününü umursamamaları gibi.
İleride sabit bir noktaya bakarak bekliyor kuyrukta. Acele ile ödüyor, elleri titriyor parayı uzatırken. Fiş almadan çıkıyor marketten. Yağmur dinmemiş, “Ağlayamam olmaz.” diye düşünüyor. Yutkunuyor bolca. Yere daha sert basıyor sokakta, daha hızlı nefes alıp veriyor. Her hareketiyle “Ben varım, buradayım; beni fark edin.” demeye çalışıyor sanki. Yok olamayacağını bilince bari tam var olayım diye düşünüyor olmalı. Seni fark etmeleri de var olmanı sağlamayacak ki güzel kızım. Keşke bilsen.
Asansör beklemek merdiven çıkmaktan daha zor geliyor. Mantıklı karar verme sınırını aştı çoktan. Üç katı nasıl çıktı kendisi de anlamıyor. Anahtarı deliğe sokmakta zorlanıyor ama beceriyor sonunda. Ayaklarını sürüyerek mutfağa geliyor; yutkunacak gücü kalmadı ama hala ağlamamakta diretiyor. Tirbuşonu çekmeceden alıp şarabı açana, bir çatal bulup pastaya yumulana dek tutuyor kendini. Yağmura hakaret olur diye ıslatmadığı göz yaşları masayı ıslatıp şarap ve pastanın tadına karışıyor şimdi, lensleri gözlerine batıyor.

Yarım Saat

Serin bir akşamüstü. Mevsimlerden sonbahar. Çiftlik evinin verandasında oturmuş bir yandan kitabımı okuyup bir yandan tenimi yalayan meltemin tadını çıkarıyorum. Mevsim en sevdiğim mevsim; yere düşen yapraklar keşkelerimi, ruhumu okşayan rüzgarsa belkilerimi hatırlatıyor bana.
Kitabımı kapatıp sallanan koltuğuma koyuyorum. Can dostum Pal ayaklarıma dolanıyor. Mutfağa geçip fırımdaki elmalı turtanın olup olmadığına bakıyorum. Az kalmış. Olacak. Fırının camından yaşlanmış yüzümü izlerken bu turtayı kaç kez yaptığımı düşünüyorum, büyükannemin tarifi. İlk kez yaptığım günü hatırlıyorum, on dört yaşındaydım sanırım. Annem burun kıvırmış babamsa nasıl olduğuna bakmadan yemişti. İkisi de ne kötüdiyorum içimden. Tüm hayatımı turta üzerinden genelleyemeyeceğimi fark edip camdaki yansımamdan korkmuş gibi yapıyorum. İnsan yaşlanınca en çok yanlış tespitlerden korkuyor. Turtanın olması altı dakika.
Çıkarıp tezgaha koyuyorum tepsiyi, mutfağı elma ve tarçın kokusu sarıyor bir anda. Açık pencereden batmakta olan kızıl güneş göz kırpıyor sanki. İçimden merhaba diyorum. Hayatınızın bir dönemini Güneş’ten mahrum, dört duvar arasında geçirdiyseniz; onu her görüşünüzde minnet duyabiliyorsunuz.
Turtayı keserken hastanede bıraktığım arkadaşlarımı düşünüyorum. Acaba ne yapıyorlar şu an; kaçı öldü onkoloji servisinin, kaçı yaşıyor? Kan almayı beceremeyen bir hemşire vardı; aynı mı hala yoksa işini mi değiştirdi? Kekeme Toby kız arkadaşı için şiirler yazardı; belki evlendiler, belki ayrıldılar. Görüyorsunuz bir şeyleri arkada bırakıp gitmenin en güzel yanı bu işte; tahmin etmece oynayabilmek. Demiştim ama onlara; “Bu laneti yenince yüzünüze bakmam.” diye… Şaka sanmışlar sanırım, aradılar ettiler bir süre. Reddettim. Turta kesmek ve tahmin etmece oynamak toplamda sekiz dakika.
Yavaş yavaş arka bahçeye açılan kapıya gidiyorum. Pal hala ayaklarıma dolanıyor. “Seni gidi oyuncu, gel bakayım buraya.” diyorum. Eğildiğim an kucağıma atlayıp yüzümü ellerimi salya içinde bırakıyor. Hayatım boyunca herhangi bir insandan bu ilginin yarısını bile görmediğimi düşünüp iç çekiyorum. Ben bu sevgiye layık olacak ne yaptım diyorum içimden. Evet koca kadınım sevginin hala hak edilecek bir şey olduğunu düşünüyorum. Beni ayıplamayın.
Onu öpüp kalkıyorum. “Tamam canım yeter bu kadar seviştiğimiz, turtalar soğuyacak yoksa…” diyorum. Arka kapıya hafif sekerek ama hızlı adımlarla ulaşıyorum. “Sam!” diye bağırıyorum kahyama. Bahçenin öbür ucunda yeni diktiğimiz fidanları sulamakla meşgul, beni duymuyor. Birkaç kez yineliyorum ama cevap vermiyor, omuz silkip koridora dönüyorum. Duvarda eski bir ev telefonumuz, onun yanında da benim canım Ninam’ın akıl edip aldığı megafon duruyor. Megafona bakıp onu düşünüyorum; sevdiğimiz insanlar ne çabuk özleniyor, ne güzelleşiyorlar özlenince.
Kapıya varıp bu kez megafonla ünlüyorum “Sam!”. Çabalarım sonuç veriyor; “Geliyorum Bayan Black!” diye seğirtiyor yanıma. Gayrıihtiyari megafonla bağırmaya devam edip “Turta oldu, haydi biraz mola!” diyorum. Pal ile oynamak, kahyayı çağırmak on bir dakika.
Üçümüz geçiyoruz koridordan. Bir ara soluklanmak için duruyorum; kalbim hızla çarpıyor, nefes alamıyorum. “Senin rüyan neydi peki?” Soru beynimde yankılanıyor birkaç kez. Ruhumu kemiriyor. Hissediyorum. Soruyu sorana önce bir tokat atıp sonra sarılarak ağlamak istiyorum. Keşke ölmemiş olsaydın Emile diyorum. Neyse, mezar taşına sarılırım ben de.
Baktı geçecek gibi değil koluma giriyor Sam. “Benimle gelin Bayan Black.” diyor. Yardım almaktan nefret ederim ama bu sefer karşı koyamayacak kadar yorgun hissediyorum. Sanki tüm vücudumu karıncalar basıyor. Yavaş yavaş verandaya çıkıyoruz. Koltuğuma oturuyorum yavaşça. Güneş’in ucu görünüyor sadece, güzelim gökyüzü hoş bir eflatuna bürünmüş. Kahyaya turtayı mutfaktan getirmesini söylüyorum. Pal yanımda telaşlı telaşlı havlıyor, kuyruğunu sallıyor. Anlıyor benim akıllı oğlum, anlıyor. Sıkıcı bir huzur içinde gözlerimi kapatıp -ki tüm huzurlu anlar sıkıcıdır- Borges’un şiirini düşünüyorum. Koridordan verandaya geçişimiz ve ölmem toplamda beş dakika.




Pinokyo

Okula başladığım ilk yılı hatırlıyorum; benim için ilginç bir deneyim sayılırdı. Sayılar, harfler, erkek çocukların saçlarımı çekmesi, ettiğim ilk kavga; beni şekillendiren çok fazla anı. Ama biri var ki anlatılmayı hak ediyor. Sıkıcı okul hayatımdan bahsetmeyeceğim elbette.
Yarıyıl tatilini geçirmek için annem ve babamın köyündeydik. Orta sınıf bir ailenin çocuğu iseniz Uludağlar’da kayak yapma şansınız pek olmuyor maalesef. Bir leğenle yokuştan aşağı kayamamaktan olacak köy çocukları da sevmiyor sizi. Okuma yazma öğrendiğinize şükredip sadece ekmek almak için köyün bakkalına giderek, tüm tatilinizi kitaplara gömülerek geçirebiliyorsunuz böylece.
Tüm bu günler boyunca yaşadığım tek aksiyon onun varlığı idi belki de. Ekmek almaya giderken yolda gördüğüm o adam. Hayatımda gördüğüm en pis kokuya, en koyu bakışlara sahip o şey. Her gün biraz daha az ürkerek geçiyordum yanından. Çoğunlukla bir oduna sarılmış bir şeyler fısıldıyor olurdu. Göz göze geldiğimiz minicik anlarda da ruhumu tüm çıplaklığıyla seyredecekmiş gibi hissederdim. Fısıldadıklarını dinlemek için durmak istesem de benim korkumla onun hızı kesişir bunu yapamazdım.
O gün ise durum biraz farklıydı. Kaymak için beni aralarına almayan çocuklar onu aralarına almış tartaklıyorlar, saçını başını çekip odununu almaya çalışıyorlar, kötülemiş elbiselerini çekiştiriyorlardı. “Pinokyo, yapmaz yalan söylemez,
Pinokyo, burnu uzamaz,
Periler cinler alamaz,
Pinokyo beni bırakmaz…”
 diye feryat edip odunu çocuklardan kaçırmaya çalışıyordu. Çocukluğu masumlukla bağdaştıran yetişkinler ne aptaldırlar. Unuturlar çocukken yaptıklarını da ondan mı dersiniz? Özlem duyulan şeylerin yalnız iyiliklerini hatırlamak ne acı.
Bir anlığına gözlerimiz karşılaştı. O koyu gözler bu kez yardım istiyordu. Kendimden beklemediğim bir sesle “Rahat bırakın onu! Yoksa sizi dedeme söylerim!” diye bağırdım. Cümlemin başında bana alay eder gibi bakan çocuklar dedemi duyunca çil yavrusu gibi dağılmışlardı. Adını bilmediğim arkadaşıma minik bir gülümseme atıp eve koştum. Bu benim "Bir şey değil."imdi. Teselli konusunda iyi sayılmam, o da bunu çok dert etmiyor gibiydi.
Avludan göğüs kafesim taşarak girdim, kurulan sofraya ekmekleri bırakıp “Afiyetolsunbentokum.” diyerek odama koşmaya yeltendim, onların yanında ağlayamazdım. Yeltendim ama dedemin radarına yakalandım, gazetesini katlayıp “Hop, dur bakalım lokumcuk; nereye böyle ateş almaya mı geldin?” dedi. Atasözlerine ve bana bayılır. Ağlamamam lazımdı, koca kız olmuştum; kırmızı kurdeleyi ilk ben kazanmıştım. Ama savaşı dedem kazandı. Kızaran gözlerime bakıp “Neyin var?” dediği an ağlamaya başladım. Hıçkırıklarımın arasından “Neden dede?” diyebildim. Dedem tüm şefkatiyle “Ah, dökme üzümlerini; kim üzmüş benim lokumcuğumu vallahi kızacağım ona.” dedi.
Beni kucağına alıp en sevdiği köşeye oturdu, sigara ve ucuz traş kolonyası kokan yanağını öptüm. Saçlarımla oynayıp sakinleştirdi beni. O “Anlat.” demeden anlatmaya başladım. “Her gün gördüğüm odunlu adamla dalga geçtiler dede…” dedim.
“Kim, Gepetto mu?” dedi mutfaktan kahvaltılıklarla çıkan nenem. “O kim?” dedim ikisine merakla bakarak. “Cinli deli o kızım, anası da böyleydi onun; zararı yoktur kimseye ama korktunsa sen çıkma evden deden gidiversin ekmek almaya…” dedi. Hayata karşı değişik bir gerçekle tutunurdu nenem. Dünyası kocası, ölmüş iki, yaşayan iki çocuğu ve tek torunu olan benden ibaretti. Yemeği bizim için yapar, renklileri, beyazları ve grileri ayrı ayrı yıkar, bizi bekler; bizim için yaşardı. Belki de bizim için ölecekti kim bilir? Diğer her şeyin varlığı ya da yokluğu önemsizdi onun için. Kartondan figürlerdi onlar. O yüzden ki benim hüznüme anlam verememişti. Dedem de ona anlam verememiş olacak ki “İlahi Nezahat, bu böyle mi denir şuncacık çocuğa…” diye azarladı onu.
Gürül gürül yanan sobanın sıcaklığı ve oturduğum huzurlu kucak sayesinde sakinleşmiştim. “Gepetto kim dede?” dedim. Şöyle bir yerinde toparlandı, boğazını temizledi. Yeni bir hikaye gelecekti onun işaretiydi bu. Anlatmaya başladı.
Yıllar var ki bu köyde güzel mi güzel bir kız yaşarmış. Saçları sırma, boyu dal gibiymiş. Gönlünü de yakışıklı, gürbüz bir oğlana kaptırmış. Her güzelin bir kusuru olur, bu kız da gündüz vakti düş görürmüş onları anlatırmış etrafındakilere. Olmayana oldu dermiş.
Nenem sobaya bir odun atıp karıştı lafa “Cinliymiş işte.” Dedem şaşırdı kızdı. “Ne cini yahu, baktı ya doktorlar hastaymış kızcağız.”
Oğlan her dediğine inanırmış kızın, ne yapsın aptal aşık. Gel zaman git zaman gönül ferman dinlememiş; evlenmek istemişler. Kızın babası hastalığını biliyor tabii izin vermemiş ama kaçmışlar. Küçük bir düğün yapmışlar, nohut oda bakla sofa da bir yer bulmuşlar. Güzel gidiyormuş her şey. Ta ki güzel kızın hastalığı artana kadar. Dayanamaz olmuş kızın aklı; bir gün komşuya “Sen benim tavuklarımı çaldın.” diyormuş. Bir gün kocasının onu terk edeceğini söylüyormuş. Bazen yataktan kalkmadan günlerce yatıyormuş. Kocası da ne yapsın sevdiğinden katlanıyormuş.
“Ama her şeyin bir sonu vardır.” dedi gözlerini açarak.
Kızcağızın da hastalığı, krizleri ilerledikçe kocası eve az gelir olmuş. Hangi aklı evvel buyurduysa “Çocuk yapın,düzelir her şey.” demiş. Yapmışlar. Kocası yine aynıymış. “Cin var o evde, büyü var.” diyormuş. Bir başına kalmış kız. Komşuların getirdikleriyle doyuyormuş, elde yok avuçta yok; e bir de hasta. Bir gün bir bakmış komşular açlıktan baygın yatıyor gebe haliyle. Doğurana kadar kalmış hastahanede. “Gepetto, Gepetto…” diye sayıklarmış hep. Beyaz dört duvarlar, ilaçlar daha beter etmiş onu; istememiş bebesini. Belki de anlamamış bile ana olduğunu, yazık.
Gözlerinden hüzün okunuyordu.
Ara ara evden kaçar olmuş, çocuğa Gepetto diyormuş varken. Ana hasta, baba yok. Ortalıkta büyümüş yavru; kafa kağıdı bile yok. Bir gün hiç dönmemiş anası.
“Ermiş Hoca okusa düzelirdi belki…” dedi nenem dalgın dalgın bakıyordu bana. Yine tüm sakinliğiyle cevapladı dedem: “Hocaların kendine hayrı var mı de bakayım hele bana.”
O gariban da anasına çekmiş işte; arada alır eline bir odun gezer. Biricik evi var anasından kalma ona da ya uğrar ya uğramaz. İsim verir odunlara onlarla konuşur. Periler, cinler diye gezer durur. Nenen gibiler korkutmuşlar zavallıyı, ne yapsın.
“Pinokyo diyordu.” dedim. “Efendim canım.” dedi konuşmama şaşırarak. “Bugün Pinokyo burnun uzamasın yalan söyleme… diye sayıklıyordu.” dedim. Beraber susup sobanın çıtırtılarını dinledik bir süre.
“Hep böyle mi bu dede?” dedim. Sorumu anladı, bilindik gülümsemesini yerleştirdi yüzüne. “Evet lokumcuk.” dedi. “Hayatın tek rengi yok, en güzel renk hüznün hikayelerinindir ve çoğu da sebepsiz başa gelir.”
Aldığım cevaptan memnundum. Dünya korkunçtu belki ama en azından elimde bir cevabım vardı; hüzünlü hikayeler biriktirmek hoştu.
Kucağından indim. “Acıktım ben.” dedim. “Bal kaymak var mı?”

Kurşun Asker

“Bugün yirmi beş sene olmuş siz buraya geleli, ah zaman ne çabuk geçiyor öyle değil mi efendim.” dedi Sunay. Uzattığı suyu nazikçe aldım. “Evet.” dedim "Sağ olun Sunay evladım; siz sahip çıktınız Nina ve bana.
“Olur mu efendim.” deyip gülümsedi Sunay. “Sizler benim mucizelerimsiniz. Bu arada misafirlerimiz yavaştan gelmeye başladılar; dilerseniz onları daha fazla merakta bırakmadan salona geçelim.” Nina ile göz göze gelip “Elbette.” dedik. Uzanıp bir koluma kırmızı koltuk değneğimi bir koluma da Nina’yı aldım yavaş yavaş koridoru geçtik. Salona geldiğimizde nedenini anlamadığım bir alkış tufanı koptu. Bize mucize çift diyorlardı, belki de öyleydik; kim bilir?
Salonu selamlayıp bizim için ayrılmış koltuklara oturduk. Gözler üstümüzdeydi; bunun huzur ve gerginlik arasında gidip gelen bir duygu olduğunu söylemeliyim. Durumu kurtaran ise yine Sunay oldu.
“Değerli misafirlerimiz, hoş geldiniz. Bugün burada yirmi beşinci yılını dolduran iki değerli misafirimizi dinlemek, anılarımızı yad etmek için toplandık sözü çok uzatmıyor Carl Bey ve Nina Hanım’ı dinlemeye davet ediyorum sizi.”
Bir alkış tufanı daha koptu, doğrusunu söylemek gerekirse yıllar geçtikçe körelen hafızamın beni yanlış şeyler söylemeye itmesinden korkuyordum ama Nina yanımdaydı. O yanımdaysa her şey yolundaydı.
Salona baktım. “Sanırım hepiniz bir öykü dinlemeye geldiniz; sizi sıkmadan anlatamaya çalışacağım o halde.” dedim.
"Bundan çok uzun zaman önce beş arkadaşımla birlikte kusurlara takıntılı bir oyuncakçı tarafından yaratıldım. İyi kızdı hoş kızdı ama mükemmelliği sevmiyordu. Hataların hayata yakıştığını, en büyük erdemin bir şeyleri hatalarıyla sevmek olduğunu düşünürdü. Bu yüzden içimizden birine bacak yapmadı. O şanslı asker bendim. Bizi kutuya koyarken ‘Bakalım sizi seven şanslı kim olacak?’ dedi. İç çektim. Çocuklar topal bir kurşun askeri severlerdi belki ama oyuncakları onlara anne babaları,abileri,ablaları yani büyükleri alırdı. Ne yalan söyleyeyim rafta kalmaktan korkuyordum.
Arkadan bir ses “Peki ya siz Nina Hanım?” dedi. Ve benim güzel Ninam konuşmaya başladı.O az konuşurdu ama konuşunca kuşlar bile onu dinlerdi. Bense gevezenin tekiyimdir.
“Carl’ın aksine ben bir fabrikada yaratıldım.” dedi Nina. "Çok büyük bir fabrikaydı. İçinde çok fazla oyuncak yapılıyordu. Benim gibi yüzlerce balerin üretiliyordu her gün. Oyuncak ayılar, bez bebekler, yapbozlar, kar küreleri… Aklınıza ne gelirse vardı o fabrikada. Fabrikanın amacı hepimizi aynı ve mükemmel yapmaktı. Hepimizi aynı mükemmellikte…
“Öyle de olmuş…” deyip çapkın bir gülücük attım ona. Onunla flört etmeyi seviyordum. Bunca yıla rağmen, hala…
Gülüşüme tatlı bir karşılık verip devam etti. “Üretildikten sonra bir oyuncakçı zincirinin rafında bekledim, beni bir arkadaşının doğum günü için bir kız çocuğu satın aldı.” Döndü, başıyla beni işaret etti. “Carl’ı ise aynı evin küçük oğlu derslerinde başarılı olunca babası satın almış. Ben Carl gelmeden birkaç ay önce gelmiştim o eve. Sahibim benden kısa sürede sıkılmış gibiydi; pencerenin önündeki konsolda duruyordum artık. Bazen sokağı izliyordum; yerimi değiştirirlerse de odanın içini…”
Duramadım, kıkırdadım biraz. “Sen yine iyiymişsin sevgilim, benim sahibim benimle oynamaya tenezzül bile etmedi; diğer beş arkadaşımla oyuna daldı. Annesi de beni süs olsun diye şöminenin üstüne koydu.”
“Nasıl tanıştınız öyleyse?” dedi Sunay. Hikayeyi ilk kez dinliyor gibiydi.
"Ben yüzünün azıcık görebiliyordum ama o göremiyordu beni. Neyseki evin hanımı temizlik yaparken çevirdi de o güzel yüzünü görme şansına eriştim. Çarpılmıştım, oyuncak ömrümde böyle bir şeyle karşılaşmamıştım sanırım. Ne yapsam bilemedim, yerimde durmak istemiyordum. Sanki bir güç beni ona doğru çekiyordu. Ne yapıp edip onunla konuşmam gerek diye düşündüm. Günlerce ona ulaşmaya çalıştım.
Bir gün evin köpeği Remy’den ona bir mesaj ulaştırmasını istedim. Nina da bana aynı şekilde cevap verdi. Remy bizim mesaj taşıyıcımız olmuştu. Bunu seve seve yapıyordu. Ona bazen bir şiir armağan ederdim; bazense havadan sudan konuşurduk.
Birbirimize yan yana olmak istediğimizi itiraf ettik bir gün. İmkansız gibi görünen güzel bir hayaldi. Derken Remy’nin aklına bir fikir geldi. Bizim güzel ve akıllı dostumuz. Ailenin tiyatroya gittiği bir akşam beni konsola taşıyabileceğini söyledi. Ona o an ne kadar minnettar olduğumu bilemezsiniz."
Durdum, biraz soluklanıp birkaç yudum su içtim.
“Remy dediğini de yaptı o gece; ne yaptı ne etti beni patilerinin arasına almayı başardı. Hızlı bir şekilde Nina’nın olduğu konsolun üstüne koymaya çalıştı. Köpekler iyidir, hoştur dostlarım ama nasıl desem biraz sakardırlar. Öyle hızlı bir şekilde koydu ki beni; Nina ve ben açık pencereden savrulduk.”
Gözlerimi sıkıca yumduğumu hatırlıyorum. Bir de “Çok korkuyorum.” diye bağırdığımı… Nina ise her zamanki sakinliğindeydi; “Korkma, ben varım!” dedi. Onun gülüşünden güç aldım.Yere çaptığımızda korkum geçmişti.
Yavaşça ona doğru yuvarlandım, o da bana doğru döndü. Yine aynı hisle ona doğru çekildiğimi hissettim. Aynı rafta durduğumuz bir bez bebek bana “Eğer ilk öpücüğünden önce bir dilek tutarsan bu gerçekleşir.” demişti. Dudaklarımı dudaklarına değdirmeden önce “Bir mucize olsun.” dedim içimden.
“Önce bir şimşek çaktı.” dedi Nina. “Sonra yağmur yağmaya başladı. Gökyüzü bir şölene hazırlanıyor gibiydi. Ne kadar sürdü hatırlamıyorum; ayrıldığımızda kendimi biraz farklı hissediyordum. Sanki ellerim,kollarım; tüm vücudum hiç olmadığı kadar bana ait gibiydi. İstersem onları hareket ettirebilirdim. Boyum da uzamıştı sanki biraz. Carl’a baktım. Göz kapakları oynuyordu. Değişmiştik. Sunay bizi bulana dek de yağmurun altında şaşkın bir şekilde yattık. O olmasaydı ne yapardık bilmiyorum.”
“Aman efendim ne demek.” dedi Sunay utanarak. “Hikayeler biriktirirdim ben, hayatımda ilk kez masal kahramanı biriktirmiş de oldum.”
Kalabalığa baktım; mutlu görünüyorlardı. “Efendim.” dedim. “Bizim hikayemiz böyle; belki bir mucize belki de değil; belki milyonlarcası yaşanıyor dışarıda… Gökten üç elma düşmüş diyerek bitirelim derim. Biri bize, biri size, biri de bu masalı okuyanların başına…”

3 Ocak 2018 Çarşamba

Kırmızı Başlıklı Kız

Jacob Grimm o sabah biraz ekmek, biraz bira ve birkaç öteberi almak için sokağa çıktı. Az ilerideki terzinin camekanında çok güzel kırmızı bir pelerin ve bir başlık gördü. Camın önünde bir kız çocuğu hayranlıkla pelerini izliyor “Onu bana alalım mı anne? Ne olur? Lütfen, lütfen, lütfen…” diye o pelerini alamayacağı üstünden başından bile anlaşılan annesine yalvarıyordu. Annesi yavaşça “Hayır bir tanem.” dedi. “Sana bunu almayı ben de çok isterdim ama paramız yok, turtalarımızı bile satamadık şimdi büyükannenin yanına gitmeliyiz. Eğer satabilseydik terziden artan kumaşları alır ve aynısını dikerdim sana.” Küçük kız mahsunlaşıp boynunu büktü. “Tamam.” bile demedi çünkü bazen konuşmaya gerek bile yoktur.
Bu sahneyi gören Jacob’un kalbi sızladı. Hayır sevgili okuyucu o pelerini Jacob da alamazdı. Hikayelerini bir dergide zar zor bastırıyordu evin geçimi neredeyse küçük kardeşinin üstündeydi.
Eve düşünceli bir şekilde girdi, eşikten geçerken hep zor zamanlarda yanan o ampül yandı kafasında. O kıza bir hediye verecekti.
Biraz süt ısıttı masanın başına geçti ve yazmaya başladı.
Bir varmış bir yokmuş. Geçmişte değil tam da bu zamanlarda hatta belki de az önce tam da gözümüzün önünde sadece kırmızı bir pelerin isteyen küçük bir kız çocuğu varmış. Parası olanlar onu görmez, görenlerin de parası olmazmış. Bu Dünya böyle bir yermiş işte dostlarım. Küçük bir kız bir pelerini bile çok görürmüş…
“Olmadı.” diye düşündü Jacob. Ona bu hikayeyi hediye edeceksem güzel bir şeyler yazmalıyım. Gerçeğin acısını iyi bir hikaye unutturur ancak. Derken aklına başka bir hikaye geldi ve yazmaya başladı.
Bir varmış bir de yokmuş. Çok eski zamanların birinde dünyalar güzeli bir kız yaşarmış. Ormanda annesiyle yaşayan bu kızın en sevdiği kıyafeti kırmızı pelerini ve şapkasıymış. Kırmızı Pelerinli Kız bir gün ormana mantar toplamak için evden çıktığında…
“Hayır!” diye kafasına vurdu Jacob. “Bu mu yapabildiğinin en iyisi? Aptal bir kız ormana mantar toplamaya gidiyor. Ee? Düşün Jacob. Bundan fazlasısın sen.”
Kalktı. Yağmurlu sokağı seyretti. Odada bir iki dolaştı. Sakalını sıvazlayarak “Bu hikayenin bir derinliği olmalı.” dedi. Birden aklına sabahki görüntü geldi. “Turta!” diye bağırdı. Ve tekrar masasının başına geçti. Yazmaya başladı.
Evvel zaman içinde ülkemizde çok akıllı bir kız yaşarmış. Öyle akıllıymış ki annesinin bir dediğini iki etmezmiş. Bir gün annesi ona artık büyüdüğünü yaptığı turtaları şehrin sonunda yaşayan büyük annesine tek başına götürebileceğini, o turtaları götürürken kendisinin de işe gideceğini söylemiş. Tüm tembihleri ettikten sonra da “Dikkatli ol kızım, sana güveniyorum.” demiş. Küçük kız artık büyüdüğünü hissetmiş ve çok sevinmiş. Üstelik bu onun ilk macerası olacakmış.
Hazırlanıp düşmüş yola. Ormandan geçerken kuşların şakımalarını duymuş Güzel sesiyle eşlik etmiş onlara. “Ne güzel uçuyorsunuz öyle.” deyip özenmiş kuşlara. Ormanda ilerledikçe takip ediliyormuş hissine kapılmış. Gerçekten de bir tilki tarafından takip ediliyormuş. Onun korktuğunu fark eden Tilki “Korkma!” demiş. “Bir yol arkadaşı arıyorum kendime sadece. Şehirdeki Tilkiler Konseyi için çıktım yola. Siz insanlar bizden daha çok öldürürsünüz birbirinizi ama çok korkarsınız bizden. Ne garip. Senin ne işin var orman yolunda, kayıp mı oldun yoksa?”
“Hayır.” demiş kız. “Büyükanneme turta götürüyorum. Elmalı turtayı çok sever ama yapamayacak kadar yaşlı ve şehrin sonunda oturuyor. Bense ona bunu götürecek kadar büyüdüm. Belki bir gün turta da yapabilirim. Sen de sever misin? Dilersen seninle paylaşabilirim.”
“Teşekkür ederim.” demiş Tilki. "Biliyor musun insanlar genelde korkarlar bizden. Bizden bir canavar gibi bahsederler oysa biz de bu doğanın bir parçasıyız. Bir sen varsın işte bir de yüz yıl kadar sonra kaprisli bir gül yetiştiren sarışın bir oğlan çocuğu…
“Anlamadım.” demiş kız. “Kim demiştin?”
“Boş ver.” demiş Tilki. “Bunu okuyanların da bir kısmı anladı zaten.”
Böyle böyle şehre kadar gelmişler. Ana caddeden geçerken durmuş aniden kız. Çünkü onu görmüş. Kıpkırmızı bir pelerin. Üstelik şapkası da varmış. Ancak parası yokmuş tabii ki. Hüzünlü hüzünlü iç çekerken Tilki’nin aklına bir fikir gelmiş. Kıza dönüp “Haydi sen şarkı söyle ben de dans edeyim. Dans eden bir tilki şehirlilerin ilgisini çekecektir eminim.” demiş. Dediği gibi de olmuş. Kısacık zamanda pelerini alacak paraları olmuş. Kız onu Tilkiler Konseyi’ne bırakırken kocaman sarılmış ve “Çok teşekkür ederim, her şey için…” demiş. Tilki rica etmiş…
Kapının sesi yüzünden durdu Jacob. Gelen kardeşi Wilhem’dı. “Merhaba abi, ne yazıyorsun yine?” diyerek merakla yanına geldi. “Bugün yeni bir masal düşündüm.” dedi Jacob. Kağıtları Wilhem’a uzattı.
Wiilhem odayı turlayarak şöyle bir okudu ve yüzünü buruşturup “Olmamış bu abi.” dedi. “Basılmasına gerek yok.” diye karşılık verdi Jacob. “Onu birine hediye edeceğim.”
“Hayır!” dedi Wilhem. “Büroda bütün gün canım çıkıyor. Bu evin geçimi için sen de bir şeyler yapmalısın artık. Yayınevi olan bir dostum var ona hikayeden bahsedeceğim ama önce üstünden geçmemiz lazım…”
“Nasıl yani?” dedi Jacob. “Daha iyi bir fikrin mi var? Karakterler…”
“Evet!” diye lafını böldü Wilhem. Bu kız büyükannesine turta götürsün ama Tilki onun için bir tehlike arz etmeli. İnsanlar çocuklarına bu günlerde yapmayacakları ve yapacakları şeyleri anlatmak için masal okuyor yalnızca abi. Bunu hala anlamadın. Masalı öyle bir değiştirelim ki kız çocukları ormana tek başına gitmesin. Mutlu sonla bitmeli tabii; Belki sonunu askerlere yarandırarak yazabiliriz. Böylece üniversitedeki yerim sağlamlaşırdı."
Jacob kafasını ellerinin arasına aldı. “Hayır!” dedi. “Ben bunu bir kız için yazdım ve masal onun, ben ölünceye dek bu masala dokunmayacaksın!”
Abisi öldükten sonra zorda kalınca bir editörle anlaşıp masalı eğip bükerek yeniden yazdı Wilhem. Hayatı boyunca da tilkilerden korktu.

iki kabus.

bir. elli yaşındayım. otuzlarımın başında, sırf  yalnız kalmamak için makul bulduğum bir adamla evlenmişim. adam kel ve göbekli ama benim se...