10 Ocak 2018 Çarşamba

Yarım Saat

Serin bir akşamüstü. Mevsimlerden sonbahar. Çiftlik evinin verandasında oturmuş bir yandan kitabımı okuyup bir yandan tenimi yalayan meltemin tadını çıkarıyorum. Mevsim en sevdiğim mevsim; yere düşen yapraklar keşkelerimi, ruhumu okşayan rüzgarsa belkilerimi hatırlatıyor bana.
Kitabımı kapatıp sallanan koltuğuma koyuyorum. Can dostum Pal ayaklarıma dolanıyor. Mutfağa geçip fırımdaki elmalı turtanın olup olmadığına bakıyorum. Az kalmış. Olacak. Fırının camından yaşlanmış yüzümü izlerken bu turtayı kaç kez yaptığımı düşünüyorum, büyükannemin tarifi. İlk kez yaptığım günü hatırlıyorum, on dört yaşındaydım sanırım. Annem burun kıvırmış babamsa nasıl olduğuna bakmadan yemişti. İkisi de ne kötüdiyorum içimden. Tüm hayatımı turta üzerinden genelleyemeyeceğimi fark edip camdaki yansımamdan korkmuş gibi yapıyorum. İnsan yaşlanınca en çok yanlış tespitlerden korkuyor. Turtanın olması altı dakika.
Çıkarıp tezgaha koyuyorum tepsiyi, mutfağı elma ve tarçın kokusu sarıyor bir anda. Açık pencereden batmakta olan kızıl güneş göz kırpıyor sanki. İçimden merhaba diyorum. Hayatınızın bir dönemini Güneş’ten mahrum, dört duvar arasında geçirdiyseniz; onu her görüşünüzde minnet duyabiliyorsunuz.
Turtayı keserken hastanede bıraktığım arkadaşlarımı düşünüyorum. Acaba ne yapıyorlar şu an; kaçı öldü onkoloji servisinin, kaçı yaşıyor? Kan almayı beceremeyen bir hemşire vardı; aynı mı hala yoksa işini mi değiştirdi? Kekeme Toby kız arkadaşı için şiirler yazardı; belki evlendiler, belki ayrıldılar. Görüyorsunuz bir şeyleri arkada bırakıp gitmenin en güzel yanı bu işte; tahmin etmece oynayabilmek. Demiştim ama onlara; “Bu laneti yenince yüzünüze bakmam.” diye… Şaka sanmışlar sanırım, aradılar ettiler bir süre. Reddettim. Turta kesmek ve tahmin etmece oynamak toplamda sekiz dakika.
Yavaş yavaş arka bahçeye açılan kapıya gidiyorum. Pal hala ayaklarıma dolanıyor. “Seni gidi oyuncu, gel bakayım buraya.” diyorum. Eğildiğim an kucağıma atlayıp yüzümü ellerimi salya içinde bırakıyor. Hayatım boyunca herhangi bir insandan bu ilginin yarısını bile görmediğimi düşünüp iç çekiyorum. Ben bu sevgiye layık olacak ne yaptım diyorum içimden. Evet koca kadınım sevginin hala hak edilecek bir şey olduğunu düşünüyorum. Beni ayıplamayın.
Onu öpüp kalkıyorum. “Tamam canım yeter bu kadar seviştiğimiz, turtalar soğuyacak yoksa…” diyorum. Arka kapıya hafif sekerek ama hızlı adımlarla ulaşıyorum. “Sam!” diye bağırıyorum kahyama. Bahçenin öbür ucunda yeni diktiğimiz fidanları sulamakla meşgul, beni duymuyor. Birkaç kez yineliyorum ama cevap vermiyor, omuz silkip koridora dönüyorum. Duvarda eski bir ev telefonumuz, onun yanında da benim canım Ninam’ın akıl edip aldığı megafon duruyor. Megafona bakıp onu düşünüyorum; sevdiğimiz insanlar ne çabuk özleniyor, ne güzelleşiyorlar özlenince.
Kapıya varıp bu kez megafonla ünlüyorum “Sam!”. Çabalarım sonuç veriyor; “Geliyorum Bayan Black!” diye seğirtiyor yanıma. Gayrıihtiyari megafonla bağırmaya devam edip “Turta oldu, haydi biraz mola!” diyorum. Pal ile oynamak, kahyayı çağırmak on bir dakika.
Üçümüz geçiyoruz koridordan. Bir ara soluklanmak için duruyorum; kalbim hızla çarpıyor, nefes alamıyorum. “Senin rüyan neydi peki?” Soru beynimde yankılanıyor birkaç kez. Ruhumu kemiriyor. Hissediyorum. Soruyu sorana önce bir tokat atıp sonra sarılarak ağlamak istiyorum. Keşke ölmemiş olsaydın Emile diyorum. Neyse, mezar taşına sarılırım ben de.
Baktı geçecek gibi değil koluma giriyor Sam. “Benimle gelin Bayan Black.” diyor. Yardım almaktan nefret ederim ama bu sefer karşı koyamayacak kadar yorgun hissediyorum. Sanki tüm vücudumu karıncalar basıyor. Yavaş yavaş verandaya çıkıyoruz. Koltuğuma oturuyorum yavaşça. Güneş’in ucu görünüyor sadece, güzelim gökyüzü hoş bir eflatuna bürünmüş. Kahyaya turtayı mutfaktan getirmesini söylüyorum. Pal yanımda telaşlı telaşlı havlıyor, kuyruğunu sallıyor. Anlıyor benim akıllı oğlum, anlıyor. Sıkıcı bir huzur içinde gözlerimi kapatıp -ki tüm huzurlu anlar sıkıcıdır- Borges’un şiirini düşünüyorum. Koridordan verandaya geçişimiz ve ölmem toplamda beş dakika.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

iki kabus.

bir. elli yaşındayım. otuzlarımın başında, sırf  yalnız kalmamak için makul bulduğum bir adamla evlenmişim. adam kel ve göbekli ama benim se...