18 Nisan 2018 Çarşamba

Sessiz Gürültüler Orkestrasından Kurtuluş








Gün güneşli, insanlar neşeliydi; sahil cıvıl cıvıldı. Kalabalığın içinde kızıl kıvırcık saçlı bir kız telefonuna harıl harıl bir şeyler yazmakla meşguldü.

***

İçinde bir gürültüyle uyandı o sabah. İçinin her yanı kavga, her yanı toz dumandı sanki... Sırf bu hengame dinsin de rahat edeyim diye kalktı yataktan. Çok sürmedi ama pişman oluşu, aynı kavga, aynı gürültü dışarıda da vardı sanki, aynı yara can sıkıntısı, aynı yara izleri, şakaklarını sıktığı için oluşan ağrı bile aynıydı. Uyandı ve sevmedi o sabahı. Silkelenmek lazım diye düşündü. İnsanın kendi yarattığı rüzgarı da olmasa nasıl korurdu içini kendi iç mücadelesinden?

Dışımız iyi ki var, dışarıdakiler rüzgar yaratmak için var. Rüzgar iyi şey, hoş şey. Uçurtmaları uçurur, çiçekli elbiselerin eteklerini uçurur, yarım ve eksik fikirleri uçurur; uçurmalıdır da. Uçursun ki sevinsin çocuklar, çiçekler oynaşsın ve tıpkı bir ekin harmanının içinde buğdayın toprağa düşüşü, samandan ayrılışı gibi otursun içimize tüm ve tamamlanmış fikirlerimiz...

Usulca, bir şeyleri kırıp dökmekten imtina ederek çıktı yataktan. Yüzünü yıkadı, bir şeyler atıştırdı kahvaltı niyetine. Adeti değildi bu ama hayatı yolunda giden insanları taklit etmek istedi. Yatak odasına tekrar döndü, dağılmış yatağına baktı, sanki bir kavganın izleri duruyordu orada. 

Dolabın karşısına geçti, bir iki bakındı. En sevdiği elbise de karar kıldı. Özel bir durum yoksa giymezdi aslında onu ama bu hem özel hem acil bir durumdu kurtarılacak canlar vardı öyle ya... Aynanın karşısında çiçekli elbisesini giyerken bir anlığına gözlerini kapatıp onun yanında uyanmış olmayı diledi. Tanrı gülümseyip Gerçekleşmeyecek Dilekler Kutusu'na attı bu dileği. Aklıma düşen her şeyin olmayacağını kabullenmeliyim düşündü, Tanrı yine yargılanmaktan paçayı kurtarmıştı.

Pencereden havaya baktı şöyle bir. Dışarıya barış ve bahar hakimdi. Bulutlar dertsiz ve tasasızdı, gökyüzü dertsiz ve tasasızdı, Güneş dertsiz ve tasasızdı. "İçi ferah tutmak için ne güzel bir gün." dedi. İçinden.

Sokağa attığı ilk adımda da arşınladığı sokaklar boyu da tek bir keşkesi ve tek bir belkisi vardı: onu görmek... Aşk mıydı bu? Adını bir türlü koyamıyordu. Hem aşk tek taraflı gitmez hiçbir zaman, topallar. Dürüst olalım zaten ne kadar istese de kahramanımız hikayesine başkalarını eklemekten ölesiye korkuyordu. Yolu yalnız yürümenin bir gereklilik olduğuna inandırmıştı kendini. Uzaktan, yanına yaklaşmadan, Dünya'nın çamurunu ellerine bulaştırmadan sevmeyi öğrenmişti. Hayatın olağan akışına karşı gelmeden, kimseye zorunluluk hissettirmeden, kendisi de bir sorumluluk üstlenmeden...

Adımları onu eski sinemanın önüne getirdi. İşte en güzel elbisesi üzerindeydi, gün ışık saçıyordu, eski sinemada eski bir film oynuyordu. Eski filmler ona sadece kendisinin boşa yaşlanmadığını hatırlatıyordu, eski filmler ona onun da izlenmeyip bir kenara atılabileceğini, yıllar sonra bir ihtimal köhne bir sinemada gösterime gireceğini hatırlatıyordu. 

İçeri girdi, en eski filme bir bilet aldı. Herkesten uzak bir köşe bulup oturdu. Yeri pek güzel değildi ama içindeki şeyi bir de onlara bulaştırmak istemedi. Midesi bulandı; kusacak gibi oldu. Film başladı ve bitti, tüm filmler gibi. Verilen kısacık arada bile kalkamadı yerinden. İçindeki gürültü de onunla birlikte izlemişti filmi.

Salondan çıkarken ne güzel şey şu sanat diye düşündü. Bizi birer hamam böceği olmaktan kurtarıyor. İçi hafiflemişti sanki biraz. 

Adımlarını sıklaştırıp deniz tarafına döndü, mavilerin insanı çağırdığına inanırdı. Kokunun tuzu arttıkça ciğeri temizlendi sanki. Nefes almak biraz daha mümkün kılındı. Yol üstünde bir dükkana uğradı;biraz tuzlu fıstık birkaç şişe de arpa, şerbetçi otu ve mayanın mükemmel birleşiminden oluşan içecekten  aldı. Az ileride erik satan yaşlı birini gördü, yarım kilo da erik tarttırdı. Gürültü yerinde duruyor mu hala diye şöyle bir yokladı. ses seda yoktu. 

"Tamam." dedi. "Bak, neredeyse kavuştum huzura, ah bir de maviliği görsem şimdi..." Derken elin uzattı sanki deniz. Göründü. İşte oradaydı; tüm ihtişamı, alçak gönüllülüğü, dalgaları ve kendisiyle... Tüm maviliğiyle oradaydı. Bedeni dört nala koşan yüreğine ve ruhuna yetişmeye çalışıyordu, balonlara selam verdi bir an durarak. Yürüyen, koşan, çimlerde oturan insanlara selam verdi içinden. Birkaç kez mutlu mutlu döndü etrafında rüzgar eteklerindeki çiçekleri oynaştırdı tatlı tatlı.

Güzel bir köşe bulup oturdu, birasından bir yudum aldı. Defterini çıkarıp bir şeyler karaladı. Onunla ilgili keşkeleri dışında tüm kara bulutları dağılmıştı. Telefonu eline alıp ona yıllar gelen bir zaman diliminde ne yapması gerektiğini düşündü. Minik bir tüyo: Böyle zamanlarda düşünmeyin, yapın.

En sonunda onun olduğu bir mesaj grubuna günü anlatan bu öyküyü yazdı. Birazdan gönder tuşuna basıp onun bundan etkilenip gelmek isteyişini bekleyecekti. Belki bu hikayenin sonunu beraber yazmak isterdi. 

Belki





Ben bir kuş olsam,
hep sana sığınırdım;
Bitmeyen aralıkların ve gelmeyen mayısların şerrinden kaçıp.

*

Ben bir kelebek olsam,
yaşadığım ve öldüğüm tek günün sonunda;
senin omzuna konardım.

*

Ben bir su olsam,
ama çağlayan ama kıvrılan bir su;
ne yapar eder göz pınarlarına dolardım.
Yüzünü tuzumla yıkardım.

17 Nisan 2018 Salı

Ender Eşik'e Açık Mektup



Sevgili Ender,

Çok mu samimi oldu bu başlangıç; malum sen tanımıyorsun daha beni. Bak ama işte fark etmişsindir senin de böyle bir durumda kalsan "Çok mu samimi oldu acaba?" diyeceğini biliyorum. Ben sizden taraftayım Ender; ben peynirin üstüne reçel sürmem. Ben sizden taraftayım.

 Senin de sevdiğin roman karakterlerine böyle mektuplar yazdığın emin gibiyim biliyor musun? Lennie senden bir mektup almıştır kesin. 

Bizim derdimiz de bu işte; deliler gibi konuşmak isteriz. Kim olursa onunla, kim bizi dinlerse onunla. Sonra da utanırız bu cüretimizden. Bize fazlaymış gibi, sanki bu anlattıklarımız çok büyük sırlarmış da paylaşmamamız gerekiyormuş gibi hissederiz. Önce şiir yazıp sonra verip vermemek arasında gidip geliriz. Sürekli. 

Çetin olsa böyle yapmazdı Ender. Çetin olsa şiir de yazmazdı gerçi. Ama kabul etmeliyiz, yaşayanlardan daha sıkıcı bir hayatımız var. Bu hayatı en iyi Çetin gibiler yaşıyor, bizse uzaktan bakmakla yetiniyoruz. Oysa ne var ki... Yaşam işte; nefes al, nefes ver, nefes al, nefes ver... Biz öyle şaşkınız ki soluğumuzu tutuyoruz. Dibi göremeyeceğiz işte bu yüzden. Dibi görüp kalkamayacağız. Biz sonsuza deki düşenlerdeniz. Tutunmak da yere çarpıp tekrar ayağa kalkmak da pek mümkün gözükmüyor. Soluğu salıvermek, pek mümkün gözükmüyor. 


İtiraf edeyim bazen senin "Bana bunu yapma!"nla Nihal'in "Bana sakın acımayın!"ının aynı kökten beslendiğini düşünüyorum. Belki benim "Neden böyle oluyor?"larımdan da bir demet ekleyebiliriz onların yanına.  Sahi Ender, neden böyle oluyor?

Bir kuşu içimden içimden besledim bu sabah.


Yazık biz yaşatanlara... Tanrı kim bilir ne sıkılıyordur be Ender. Düşünsene. 

Yine de yazabilen biri olarak senden biraz daha iyi hissettiğimi söylemem mümkün. İlk okuduğumda neden yazamadığını anlamamıştım. Bir de Nihal'in neden "Bana acımayın." dediğini. 


Geçenlerde Kedi Seven Sokağı'na gidecektim ama gitmedim, gidemedim. Korktum Ender, bu şehri sevmekten korktum. Bu karadeliği sevmekten öyle korkuyorum ki. Onu da seversem her şeyi sevebileceğimi kanıtlayacağım kendime, bunu istemiyorum. Biraz da olsa nefret etme lüksüm olmalı; en azından nefes alabilmek için.

İnsanlar benden gidince Ender, sinir oldum ben de onlardan gittim. Oh, iyi de yaptım. Yeni insanlar gelir, hep olur bu. Ama kalanların dertleriyle baş etmek... Olmayan migrenim tuttu. 

Bu aralar ne yazmak ne de yaşamak istiyorum ama gel gör ki içinde bulunduğum o düzenli boşluğu da sevmiyorum. Keşke başka başka şanslarım başka başka hayatlarım olsaydı be Ender. Keşke ya dolu dolu tasasız ya da en dipte tasamızdan başka hiçbir şeysiz yaşayabilseydik. Çok mu şey istiyorum? Ölünce ben; mezarıma köpek ölüren dökün. 

onüç








Sana ulaşmak diye bir derdim yok benim,
hiçbir zaman da olmadı.
Sen,
bir varış değil;
uzun uzun ve keyifle yürünen o yolsun.
Ve Tanrı -eğer varsa-
seyyahı korusun.

***

Beni boşuna yadsıma,
Boşluğunla terbiye etme beni.
Kimsenin olmadığı kadar sendenim,
Kimsenin olmadığım kadar da senin.
İçine bak gözlerimin;
Orada
Bomboş bir avlu, bir de ayna var.
İçimin aynalarındaysa 
hep senin suretin...

***

Yolun yarısı ilk adımmış,
Ben, 
ayaklarımı nerede bıraktım bilmiyorum.
Ezbere yapılan her iş gibi;
sevmeyi de beceremiyorum. 

iki kabus.

bir. elli yaşındayım. otuzlarımın başında, sırf  yalnız kalmamak için makul bulduğum bir adamla evlenmişim. adam kel ve göbekli ama benim se...