10 Ocak 2018 Çarşamba

Pinokyo

Okula başladığım ilk yılı hatırlıyorum; benim için ilginç bir deneyim sayılırdı. Sayılar, harfler, erkek çocukların saçlarımı çekmesi, ettiğim ilk kavga; beni şekillendiren çok fazla anı. Ama biri var ki anlatılmayı hak ediyor. Sıkıcı okul hayatımdan bahsetmeyeceğim elbette.
Yarıyıl tatilini geçirmek için annem ve babamın köyündeydik. Orta sınıf bir ailenin çocuğu iseniz Uludağlar’da kayak yapma şansınız pek olmuyor maalesef. Bir leğenle yokuştan aşağı kayamamaktan olacak köy çocukları da sevmiyor sizi. Okuma yazma öğrendiğinize şükredip sadece ekmek almak için köyün bakkalına giderek, tüm tatilinizi kitaplara gömülerek geçirebiliyorsunuz böylece.
Tüm bu günler boyunca yaşadığım tek aksiyon onun varlığı idi belki de. Ekmek almaya giderken yolda gördüğüm o adam. Hayatımda gördüğüm en pis kokuya, en koyu bakışlara sahip o şey. Her gün biraz daha az ürkerek geçiyordum yanından. Çoğunlukla bir oduna sarılmış bir şeyler fısıldıyor olurdu. Göz göze geldiğimiz minicik anlarda da ruhumu tüm çıplaklığıyla seyredecekmiş gibi hissederdim. Fısıldadıklarını dinlemek için durmak istesem de benim korkumla onun hızı kesişir bunu yapamazdım.
O gün ise durum biraz farklıydı. Kaymak için beni aralarına almayan çocuklar onu aralarına almış tartaklıyorlar, saçını başını çekip odununu almaya çalışıyorlar, kötülemiş elbiselerini çekiştiriyorlardı. “Pinokyo, yapmaz yalan söylemez,
Pinokyo, burnu uzamaz,
Periler cinler alamaz,
Pinokyo beni bırakmaz…”
 diye feryat edip odunu çocuklardan kaçırmaya çalışıyordu. Çocukluğu masumlukla bağdaştıran yetişkinler ne aptaldırlar. Unuturlar çocukken yaptıklarını da ondan mı dersiniz? Özlem duyulan şeylerin yalnız iyiliklerini hatırlamak ne acı.
Bir anlığına gözlerimiz karşılaştı. O koyu gözler bu kez yardım istiyordu. Kendimden beklemediğim bir sesle “Rahat bırakın onu! Yoksa sizi dedeme söylerim!” diye bağırdım. Cümlemin başında bana alay eder gibi bakan çocuklar dedemi duyunca çil yavrusu gibi dağılmışlardı. Adını bilmediğim arkadaşıma minik bir gülümseme atıp eve koştum. Bu benim "Bir şey değil."imdi. Teselli konusunda iyi sayılmam, o da bunu çok dert etmiyor gibiydi.
Avludan göğüs kafesim taşarak girdim, kurulan sofraya ekmekleri bırakıp “Afiyetolsunbentokum.” diyerek odama koşmaya yeltendim, onların yanında ağlayamazdım. Yeltendim ama dedemin radarına yakalandım, gazetesini katlayıp “Hop, dur bakalım lokumcuk; nereye böyle ateş almaya mı geldin?” dedi. Atasözlerine ve bana bayılır. Ağlamamam lazımdı, koca kız olmuştum; kırmızı kurdeleyi ilk ben kazanmıştım. Ama savaşı dedem kazandı. Kızaran gözlerime bakıp “Neyin var?” dediği an ağlamaya başladım. Hıçkırıklarımın arasından “Neden dede?” diyebildim. Dedem tüm şefkatiyle “Ah, dökme üzümlerini; kim üzmüş benim lokumcuğumu vallahi kızacağım ona.” dedi.
Beni kucağına alıp en sevdiği köşeye oturdu, sigara ve ucuz traş kolonyası kokan yanağını öptüm. Saçlarımla oynayıp sakinleştirdi beni. O “Anlat.” demeden anlatmaya başladım. “Her gün gördüğüm odunlu adamla dalga geçtiler dede…” dedim.
“Kim, Gepetto mu?” dedi mutfaktan kahvaltılıklarla çıkan nenem. “O kim?” dedim ikisine merakla bakarak. “Cinli deli o kızım, anası da böyleydi onun; zararı yoktur kimseye ama korktunsa sen çıkma evden deden gidiversin ekmek almaya…” dedi. Hayata karşı değişik bir gerçekle tutunurdu nenem. Dünyası kocası, ölmüş iki, yaşayan iki çocuğu ve tek torunu olan benden ibaretti. Yemeği bizim için yapar, renklileri, beyazları ve grileri ayrı ayrı yıkar, bizi bekler; bizim için yaşardı. Belki de bizim için ölecekti kim bilir? Diğer her şeyin varlığı ya da yokluğu önemsizdi onun için. Kartondan figürlerdi onlar. O yüzden ki benim hüznüme anlam verememişti. Dedem de ona anlam verememiş olacak ki “İlahi Nezahat, bu böyle mi denir şuncacık çocuğa…” diye azarladı onu.
Gürül gürül yanan sobanın sıcaklığı ve oturduğum huzurlu kucak sayesinde sakinleşmiştim. “Gepetto kim dede?” dedim. Şöyle bir yerinde toparlandı, boğazını temizledi. Yeni bir hikaye gelecekti onun işaretiydi bu. Anlatmaya başladı.
Yıllar var ki bu köyde güzel mi güzel bir kız yaşarmış. Saçları sırma, boyu dal gibiymiş. Gönlünü de yakışıklı, gürbüz bir oğlana kaptırmış. Her güzelin bir kusuru olur, bu kız da gündüz vakti düş görürmüş onları anlatırmış etrafındakilere. Olmayana oldu dermiş.
Nenem sobaya bir odun atıp karıştı lafa “Cinliymiş işte.” Dedem şaşırdı kızdı. “Ne cini yahu, baktı ya doktorlar hastaymış kızcağız.”
Oğlan her dediğine inanırmış kızın, ne yapsın aptal aşık. Gel zaman git zaman gönül ferman dinlememiş; evlenmek istemişler. Kızın babası hastalığını biliyor tabii izin vermemiş ama kaçmışlar. Küçük bir düğün yapmışlar, nohut oda bakla sofa da bir yer bulmuşlar. Güzel gidiyormuş her şey. Ta ki güzel kızın hastalığı artana kadar. Dayanamaz olmuş kızın aklı; bir gün komşuya “Sen benim tavuklarımı çaldın.” diyormuş. Bir gün kocasının onu terk edeceğini söylüyormuş. Bazen yataktan kalkmadan günlerce yatıyormuş. Kocası da ne yapsın sevdiğinden katlanıyormuş.
“Ama her şeyin bir sonu vardır.” dedi gözlerini açarak.
Kızcağızın da hastalığı, krizleri ilerledikçe kocası eve az gelir olmuş. Hangi aklı evvel buyurduysa “Çocuk yapın,düzelir her şey.” demiş. Yapmışlar. Kocası yine aynıymış. “Cin var o evde, büyü var.” diyormuş. Bir başına kalmış kız. Komşuların getirdikleriyle doyuyormuş, elde yok avuçta yok; e bir de hasta. Bir gün bir bakmış komşular açlıktan baygın yatıyor gebe haliyle. Doğurana kadar kalmış hastahanede. “Gepetto, Gepetto…” diye sayıklarmış hep. Beyaz dört duvarlar, ilaçlar daha beter etmiş onu; istememiş bebesini. Belki de anlamamış bile ana olduğunu, yazık.
Gözlerinden hüzün okunuyordu.
Ara ara evden kaçar olmuş, çocuğa Gepetto diyormuş varken. Ana hasta, baba yok. Ortalıkta büyümüş yavru; kafa kağıdı bile yok. Bir gün hiç dönmemiş anası.
“Ermiş Hoca okusa düzelirdi belki…” dedi nenem dalgın dalgın bakıyordu bana. Yine tüm sakinliğiyle cevapladı dedem: “Hocaların kendine hayrı var mı de bakayım hele bana.”
O gariban da anasına çekmiş işte; arada alır eline bir odun gezer. Biricik evi var anasından kalma ona da ya uğrar ya uğramaz. İsim verir odunlara onlarla konuşur. Periler, cinler diye gezer durur. Nenen gibiler korkutmuşlar zavallıyı, ne yapsın.
“Pinokyo diyordu.” dedim. “Efendim canım.” dedi konuşmama şaşırarak. “Bugün Pinokyo burnun uzamasın yalan söyleme… diye sayıklıyordu.” dedim. Beraber susup sobanın çıtırtılarını dinledik bir süre.
“Hep böyle mi bu dede?” dedim. Sorumu anladı, bilindik gülümsemesini yerleştirdi yüzüne. “Evet lokumcuk.” dedi. “Hayatın tek rengi yok, en güzel renk hüznün hikayelerinindir ve çoğu da sebepsiz başa gelir.”
Aldığım cevaptan memnundum. Dünya korkunçtu belki ama en azından elimde bir cevabım vardı; hüzünlü hikayeler biriktirmek hoştu.
Kucağından indim. “Acıktım ben.” dedim. “Bal kaymak var mı?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

iki kabus.

bir. elli yaşındayım. otuzlarımın başında, sırf  yalnız kalmamak için makul bulduğum bir adamla evlenmişim. adam kel ve göbekli ama benim se...