27 Şubat 2018 Salı

rigor mortis



Çok güzelsin. Güneş batarken ağır ağır sen kimsenin olmadığı limanlarda beklersin. Kimsenin olmadığı limanlarda beklerken çok, çok güzelsin.

Sabah uyandığında ilk işin perdeyi açıp ışığı kucaklamaktır. Işığı kucaklarken sen ve kolların öyle güzelsiniz ki... Işığın güzelleştirdiği yüzünden bağımsız olarak söylüyorum bunu.

Bana bir şey olduğu yok; Dünya'dan bezmekle meşgulüm. Dudaklarım çatladı şehirden; kana kana içtiğim su ve sen ne güzelsin. O suyun bardağa dökülüşü gibisin. Karasal olmayan her iklim ve o iklimin bitki örtüsüyle; lise coğrafya kitabım ve sen...

Kahretsin kalbim kırılıyor güzelliğinden. Un ufak oluyorum. Küçükken pastaneden aldığımız un kurabiyeleri gibi dağılıyorum. Güzelliğin ruhumu paramparça ediyor.

Ben Birhan Keskin'i anladım sanıyordum ama anlamıyormuşum daha. Ben şiirleri başkalarıyla sevdim belki ama seninle anladım. Biliyor musun senden sonra tek bir şiir bile okumadım.Anladıkça canımı yaktılar. Ne yapsaydım? Bana şiirleri canımı acıtarak da olsa idrak ettirirken sen -çok güzeldin.

Günler gelip geçer. Bir bahardan ötekine savruluruz. Mesele o değil. Mesele büyümek, yaşlanmak ve ölmek değil. Ölünce bize ne olacağı da çekmiyor ilgimi. Ben bu dünyanın peşindeyim. Ben bu dünyayı hayaletin, sokak köpekleri, dar sokaklar ve yağmurla paylaşıyorum. Bunun hazzını hangi cennet verebilir? Fazlasında gözüm yok hiçbir zaman da olmadı.

Hele senin gidişinden sonra; daha sıkı sarıldım dünyaya.


Çok fazla düş kuruyorum. Göbek deliğimdeki boşluk kapanmış değil. Sanırım sonunda koca bir kara deliğe dönüşüp hepimizi içine alacak. Sonumuzu getirmeyi ne çok isterdim. Ama sadece hüzün ve güz getirebiliyorum. Sen, hüzün ve güzün yarattığı melodi ne güzelsiniz. Rüzgar mı deniyordu, ne deniyordu buna?


Bana kelimeleri tek tek ve yeniden öğrettin. Bana dünyanın aslında nasıl bir yer olmadığını da sen öğrettin. Bu burada dursun.

Böyle sevdin değil mi herkesi? Usulca ve zarar vermeden; incitmeden, ince ince... Kim kaldı senin gibi? Fikret Kızılok öldü, seni de yediler; paramparça etti dünya. Sonra da iki damla daha az yağmur düştü, onu da benden başka kimse fark etmedi. Siz, ben ve yağmurlar çok güzeliz.

Seninle gitmek isteyip gidemediğimiz yerler aynı yerlerindeler. Duruyorlar. Aklım almıyor bazen. Nasıl olur? Sen gidince onlar da yıkılır, yok olur sanmıştım. Kalbim ve ezilen ruhumla beraber senin hayaletini de yanımıza alıp bir buldozer süreriz sanmıştım. Ama olmadı. Ben de biraz daha ağladım. O binaları, parkları, sahilleri, ağaç diplerini suladım. Senin için değildi. Hayır, asla senin için dökmedim; onları yerli yerinde görmek canımı sıktı.

Bıraksalar yazarım. Bıraksalar seni ölümsüz kılana dek yazarım. Ama bırakmıyorlar. İtip kakıyorlar beni. Senin de hayaletini çağırıyorlardır. Eminim bundan. Onlardan kurtulamayacağız; ölüm bile kurtaramayacak bizi.




Delirikler




***
Gözlerimin içine baktı. Ta en derinine. "Canımın içi böyle şeyler yalnızca romanlarda olur." Şaşırdım, duraladım. "Öyleyiz ya zaten." dedim. "Bizi okumuyorlar mı zannediyorsun?"

***

Bir kurguyuz belki de biz, okunmayı bekleyen. Ya hiç kimse okumazsa? Ya çok kötü bir yazar yazıyorsa bizi? Bu ihtimali hiç düşünmemiştik bak. Ne çok sorup duruyorsun bugün. Bıkmadın mı hala? Git, uyu biraz.

***

Onca kahveden sonra uyunur mu akıllım? Düşün dur bakalım. Geceleri daha mı yavaş akıyor zaman sanki. Ne dersin?

***

Vazgeçtim yavaş akan şey zaman değil. Bizim artık koşmuyor oluşumuzmuş. Koşmadığımız için mi üşüyoruz? Ben çok üşüdüm, battaniyen var mı?

***

Yok ama şarabım var ister misin? Suna Su'yum ben. Açtım kapıyı girsene içeri...

***

Bu yazdıklarımızı kimse anlamayacak biliyorsun değil mi? Deli diyecekler ardımızdan. (Gülüyor.)

***

Bunu istemediğini söyleme bana. Deli desinler ki özgür olalım. Başka yolu yok ki bunun...

***

Kaçmalıyız! Hemen!

24 Şubat 2018 Cumartesi

Uçmak Üzerine Denemeler






Puslu, gri gökyüzüne baktı. Bir kuş sürüsü acele acele uçuyordu. Belli bir göçün tatlı telaşıydı bu. Günlerden ağustos sonu. Kuşlar mı cezbetti de baktı gökyüzüne yoksa o baktığı için mi göçüyordu kuşlar; bilemedi. Kuşlar mı sokuyordu aklına bu fikirleri; onu da pas geçti. Ama kafasının içinde bir kuş yuvası olması fikri de onu mutlu etmişti.

"Beni de alın aranıza!" diye bağırdı. İçinden. Öyle kendi kendine konuşana deli denirdi. "Dünya dev bir tımarhane olsaydı keşke..." diye düşündü. O zaman uçmak da kendi kendine konuşmak da mümkün olurdu. Mümkün olmasa bile bundan bahsedecek kadar özgür olunurdu. Herkes delirince gelecekti gerçek özgürlük... Akıllarını özgür bırakanlar onlardı çünkü. O akıllılar çoğu şeyi düşünmenin aptalca olduğunu düşünüyor; işin garibi o şeyleri düşünenleri yadsıyıp, yadırgayıp yargılıyorlardı hatta içinde sadece yaşamaya yeten kutulara kapatıyorlardı. Kutuların düşünmeyi engellediğini düşünecek kadar akıllıydılar işte. Aferin onlara.

Aslında düşünmeyi reddettikleri için olmuyordu çoğu şey. Neyin olup neyin olmayacağını düşünmek onların hobisiydi sanki. Dediğim gibi bir şeyi düşünmezden evvel onun düşünmeye yatkın olup olmadığını sorguluyorlardı. Sonsuz şeyi kaçırıyorlardı böylece. Sonsuzlarca şeyi... Daha beteri kaçırdıklarına bakmadan kendilerini kainatın en zeki en bulunmaz varlığı sayıyorlardı. E çünkü onlarda bilinç vardı ya canım. Ne halta yarıyorsa artık... Ki onu da kendileri tanımlamıştı.

 İnsanın bu ikiyüzlü, cahil kendini beğenmişliğini düşündükçe midesi bulandı. Geçsin diye güzel şeyler düşünmeye çalıştı. Gökyüzüne baktı tekrar. Kuşlar oradaydı hala. Sanki onu çağırıyorlardı. Kuşların hizasında başka bir şey daha dikkatini çekti. Bir çatı. "Neden olmasın?" diye düşündü. Gayet sıradan bir iş yapar gibi girdi binaya; merdivenleri çıkarken heyecanlıydı. Dört yüz elli altı basamak sonra çatıya ulaşmıştı.

Birkaç denemesi olmuştu. Uçmak konusunda yani. Kendi kendine konuşmak konusunda da olmuştu ama deli deyip geçmişlerdi neyse ki. Akıllılar hataları bulmaya, onları tanımlamaya bayılırlardı ama iş hata olarak gördükleri şeyleri düzeltmeye geldiğinde sorumluluğu daha mükemmel mahluklara teslim ederlerdi. Bir Tanrıya ya da devlete falan... Aksiyon oluşturacak çok istisnai bir durum yoksa tabii.

Uçmaya çalışmak akıllı insanların bile çok kıymetli zamanlarını ayırıp ilgilenmeye başlayacakları bir konuydu. Aklınızdaki pusları gidermek için açıklayayım. "Uçmaya çalışmak" fikri değildi ilgilerini çeken; "uçmaya çalışan insan"dı hatta belki de o insanın çaesizliğiydi. Hatta ve hatta kendileri bu denli çaresiz olmadıkları için kendilerini mutlu hissetme fikriydi. Her konuda sidik yarıştırmaya bayıldıklarını söylememe gerek yok sanırım. Her şeyi puanlayıp sıralayabilirler; renkler, duygular, kitaplar, müzik, her şeyi ama her şeyi....


Uçmayı biraz da bu yüzden istiyordu. Bir ispinoza "Merhaba." demenin nasıl olacağını da merak etmiyor değildi ama bu akıllılar sürüsünden de çok sıkılmıştı. Bulutlardan yastık yapılabileceğini göstermek istiyordu o ukala dümbeleklerine. Bu yüzden çıktı o çatıya. Onu gören akıllılar doluştu aşağıya. Hiçbir şey söylemeden baktılar ona ama "atlamasını" istedikleri belliydi. Çünkü itiraz etmemek de kabulleniştir. İtiraz hem sesli hem sessiz kabullenişe karşı durur. 2 - 1. Hayatın bizimle ettiği alaylardan biri sadece.

Ona "Atlama." demediler. Zaten deseler de bir anlamı olmayacaktı çünkü o oraya atlamaya değil uçmaya çıkmıştı. Uçacaktı.

Hazır hissetmeyi bekledi. Zihninin her köşesini bu fikirle doldurmayı bekledi. Onun yerinde bir başkası olsaydı insanlarla vedalaşır, konuşmalar yapardı. O, bu kadar önemsemiyordu kendini. Havada süzülmek yetecekti ona.


Usulca bıraktı kendini. Havada süzüldü birkaç saniye. Bir serçe ilk uçuşunda ne hissediyorsa onu hissetti tam olarak. "Bunun tadını bilmiyorlar; bilseler onlar da böyle yapmazdı." diye düşündü. Affetti onları.

Ona bakanların tek gördüğü ise yerde yatan ölü bir bedendi. "Vah vah, yazık olmuş." deyip kendi kafalarındaki hanelerine bir puan daha eklediler. Sonra onunla ne yapacaklarını bilemeyip bazı devlet adamlarına haber verdiler.

Devletin adamları geldi; ceset dedikleri bedeni alıp götürdüler evsizler mezarlığında yer kalmış olmasını umarak.

Yüzünü sedyeye koyunca fark ettiler. Gülümsüyordu.

17 Şubat 2018 Cumartesi

bir kahkahanın anatomisi





"Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza"



Çocukken her şeyi ikiye bölerdim. Hayat ağlanacak ve gülünecek şeylerden ibaretti. Gülünecek kısımları daha fazlaydı. Sonra gülünecek ve ağlanacak şeyleri de ikiye bölerdim. Böler ve paylaşırdım onları. Benimle paylaşılanları da keyifle kabul ederdim. Yaşamın özü buydu o zamanlar; bölmek ve paylaşmak. Sonra azar azar azaldı ikisi de. Azaldılar ve biz kaybolduk.

Ama şu an azalan yanlarımızdan bahsetmek istemem. Zira bu çuvalı sizinle taşıyasım var. Eğer hikaye anlatıyorsak hala umut var demektir değil mi? Hala umut var.

Ne diyordum? Evet, çocukluk. Bizim çocukluğumuz. Ülkenin büyük şehirlerinden birinin televizyonlarda asla gösterilmeyen bölgelerinden birinde geçti çocukluğum. Zaten bizim de televizyon alacak paramız yoktu. Siz deyin ghetto, ben diyeyim varoşlar... Yüzünü birden ekşitenleriniz için söylüyorum çoğunuzdan daha güzel bir çocukluk yaşadığıma emin gibiyim. Gibisi fazla eminim, kanayan tüm yaralarım ve oynadığım tüm sokak oyunları adına; en güzel çocukluk bizimkiydi. Biz yani: Eda, Selim ve ben. Kapı komşusuyduk. Bırakın yolları, mesafeleri duvar bile yoktu evlerimizin arasında. İki yaş büyüklerdi benden ama abla abi demiyordum. Eda en yakın arkadaşımdı, Selim de Selimdi işte. Onun yanında elimin ayağıma dolaşmasına, terlememe, karnımın ağrımasına ne deniyordu bilmiyorum ama ona abi demeyecektim işte. Hem benim abim  vardı üstelik iki tane. Mustafa ve Mehmet abim. İkisi de şehirde, fabrikada çalışıyordu. Bazen iş dönüşlerinde, eğer yevmiyelerini tam almışlarsa, bize şeker de alırlardı.


Biz üçümüz birlikte oynardık. Okuldan dönüşlerini heyecanla beklerdim; büyüyüp okula gitmeyi de öyle. En sevdiğimiz oyun seksekti. Paramız olsa top alacaktık ama her para biriktirme girişimimiz üç leblebi tozu parasına ulaşınca gidip mahalle bakkalından almamızla sonuçlanıyordu.

***

Bir gün hayat tüm sıradanlığı ile akıp giderken Mustafa abim elinde ilginç bir makine ile geldi. Böyledir, küçük hayatları küçük ayrıntılar farklı kılar; o hayatlara küçük şeyler anlam katar. O gün de böyle bir gündü.


Abim koca sesiyle anlatmaya başladı. "Bizim Ahmet'ten ödünç aldım bunu; fotoğraf çekmek için..." Eda ve Selim benden başka bir şaşkınlıkla izlediler abimi. Bildikleri ama hiç görmedikleri bir şeyi ilk kez görüyor olmanın coşkusu ve şaşkınlığıydı bu. Bense Amerika'yı ilk kez keşfetmiş gibiydim. Adını bile duymamıştım elindeki şeyin. Hem fotoğraf ne demekti ki... Bana neden anlatmamışlardı bunca zaman? Mutsuz mutsuz abime baktım, diğerlerine küsmüştüm ve bunu anlasınlar istiyordum. 

Abim fark etti, her zaman fark eder. "Gel bakayım buraya; anlatalım sana neymiş, ne değilmiş..." Yanına gittim, elimden tutup Edaların evinin önündeki mısırların yanına götürdü beni. "Bak Bıdık, şuraya basınca karşındaki şeyin resmini çizmiş oluyorsun."


"Nasıl yani?!" dedim anlamaz anlamaz. Böyle bir şeyin olma ihtimali bile imkansız gelmişti o an. Resim çizmeyi çok seviyordum ama hiçbir zaman istediğim gibi olmuyorlardı. Bununla istediğim resmi çizebilir miydim yani...

"Basbayağı." dedi abim. Arkama geçti, eğildi, makineyi omzuma astı. Yavaşça gözüme yaklaştırdı, işaret parmağımı tuttu, deklanşöre götürdü. "Bak şuraya basacaksın." diye. Bastım.

"Şimdi ne olacak abi?" diye sordum meraklı meraklı. "Bunlar şehirde banyo edilip bize verilecek Bıdık." dedi. Sesinde bir şeyleri bilip bana öğretmenin haklı gururu vardı; çok istediği halde ilkokuldan sonra okula gidememiş, on üç yaşında çalışmaya başlamak zorunda kalmış birinin haklı gururu... "Islanınca üşümezler mi abi?" dedim saf saf. Kocaman bir kahkaha patlattı. "Hayır Bıdığım üşümezler, daha sonra kuruyacaklar çünkü." dedi. Yeni bir şey daha öğremenin heyecanıyla çırptım ellerimi.

Canımın sıkıntısı geçmişti, hala oynayan Edalar'ın yanına gitmeye yeltendim. Mehmet abim geldi o sırada yanıma "N'aber kız bitli?" diyerek. "Ya! Sensin bitli!" diye bağırıp öfkeli bir bakış attım ona. Ne var yani köpekleri ve keçileri sevdiysem... Üstündeki minik canlıları paylaşmışlardı benimle. Onlar da seviyordu demek ki paylaşmayı benim gibi. 

Abim "Şaka şaka..." deyip kesilirken çok ağladığım saçlarımı karıştırdı. "Annem yemek yaptı mı?" diye sordu. "Yaptı." dedim omuzlarımı silkip. İçeri girmeden elini yüzünü yıkamaya seğirtti ben de oyunumuza dönelim diye somurta somurta bizimkilerin yanına gittim. Abim hala elinde makineyle geziyordu.

Selim yanıma geldi "Ne sıktı canını?" diyerek. "Abim bitli diyor bana..." dedim sesim ağlamaklıydı. "O osuruklu kıçına baksın." dedi sakin sakin. Bunu Dünya'nın en normal şeyiymiş gibi söylemişti. Kocaman bir kahkaha patlattım. Kahkahamla aynı anda abim de parmağının bir kısmının makinenin önünü kapatmasına aldırmayarak deklanşöre bastı. Dünya o anlığına durmayı bıraktı bana kalırsa. O an yavaşladı biraz.



Atabileceğimiz en içten kahkahayı zaten atmış, en güzel günümüzü zaten geçirmiş olabileceğimiz söylenir hep. Bunun hüznünden, o anları geri getirememekten bahsedilir. Şanslı sayıyorum kendimi bu konuda. O koyu hüzünden mahrumum çünkü ben içten kahkahamı bir çocukluk gününde, şehrin varoşlarında seksek oynarken attım. Bakın bu da kanıtı. Joseph Niepce var olsun.





iki kabus.

bir. elli yaşındayım. otuzlarımın başında, sırf  yalnız kalmamak için makul bulduğum bir adamla evlenmişim. adam kel ve göbekli ama benim se...