6 Mayıs 2020 Çarşamba

kavanozların dibine dair bir liste.






İşte bana hayatın bir şölen olduğunu hatırlatan şeylerin bir listesi:

*Barış Bıçakçı'nın Sinek Isırıklarının Müellifi romanı.

*Before üçlemesi. "Gerçek" aşkın dümdüz akıp giden bir nehir değil de o nehirde boğulmamaya çalışmak olduğunu anlamak. Benden başka birilerinin de zaman mevhumuna bu kadar takıntılı oluşu.

*Hikmet'in Bilge'ye mektubu.

*Niğde Gazozu.

*Cortazar'ın Seksek'i. Hayatta oyun oynamaya halen değer veren birilerinin olduğunu bilmek.

*Aziz Paul Yolu. O yolda yürüyebilme ihtimalimiz. Güneş'ten yanan tenlerimiz ve Hür İnsan şiiri.

*Sait Faik'in öyküleri. Bir "Hişt, hişt" sesi yoksa ne fena..

*Arkadaşlar. Başka cümle etmeye gerek var mı? Onlar seçtiğimiz ailelerimiz değiller midir?

*Konsere gitmek; kalabağın büyüyerek tek bir insan olması. Yusuf bey, belki de konserden çıkmış insan diye bir tanımımız vardır.

*Okuduğumuz romanların kahramanlarına özenip listeler yapabilmek. Sahi, hala umut var mı bizden?

2 Mayıs 2020 Cumartesi

sisifos için yanıp durma ayini.









Bu yazıya iç huzur yalanını anlatmak ve kendimi bazı konularda aklamak için yazmaya başlamıştım aslında. Ama kendime şunu sordum; ne gereği var?

Hayatım bir şeylere sinirlenip başka şeylerden hırsımı çıkarmaya çalışmak dışında nasıl geçiyor? Geçmiyor. Çünkü benim yapmayı en iyi bildiğim şey bu. Mızmızlanmak. Başka bir şey bilmiyorum.

Çok kızgınım gerçek dertlerim olduğu için. Bana "iç huzurunu aramak" gibi dandik uğraşlar sunmadığı, kendime plastik bir hayat kurarak mutlu olamadığım için çok kızgınım hayata. Keşke tek derdim kendi kusurlarımı kapatıp iç dengemi, staminamı kurmak olsaydı. Keşke hayatımda tek bir kez -bunu şımarıkça bulmadan- beni çeken depresyonun koynuna girebilseydim. Keşke o hüznün içine balıklama atlayabilsem; şimdi nasıl hayatta kalacağım, nasıl para kazanacağım, özgürlüğümü nasıl elimde tutacağım derdim olmadan... 

Belki o zaman her darbe alışımda kafama bir kayayla vuruyorlarmış gibi hissetmezdim. Tepeye kadar çıkarmaya uğraştığım taşlar benim üstümden geçip gitmezdi, kendimi daimi bir savaşın ortasında müttefiksiz hissetmezdim.

Sahi ne zamandır savaşıyorum dünya ile? İlk ne zaman "ben" dediysem o zamandan beri herhalde. Çünkü bilinir bu dünya ile olan savaşı kimse kazanamaz. Yenişemezsiniz en  fazla, pes edene kadar oynamanız gerekir. Bu kazanmak için oynadığınız bir oyun olmaktan çıkar; onurunuzu korumak için oynanan bir oyuna dönüşür. 

Sahi Sisifos, sen neden yitip giden o kayanın üstüne bir bardak su içmiyorsun? Neden o tepeden güzel gün batımları izlemiyorsun, neden hiç olmayacak dünya işleri için yırtıyoruz kıçımızı, söyle neden? 

İtiraf edelim, dünya ile savaşıyor olmanın çok ilginç bir cazibesi var. Sahi senin de bazen içinden Vietnam'a gidip neden Vietnam'a gitmelisiniz başlıklı bir yazı yazasın gelmiyor mu? Bu eski bir dostumuzun başına gelmişti. İyi gelir sanmıştı belki de...

Hepimizin hayali değil midir aslında bu... Hepimiz bir gün o taşı yerine koyup gün batımını öyle izlemek istemiyor muyuz? Peki o taşı yerine koyduğumuzda her şeyin iyi olacağına, içimizin birden tamamlanacağına nasıl güveniyoruz. Nasıl emin olabiliyoruz bundan? Neyi kanıtlıyoruz dünyaya ve kendimize? Neyin başarısı bu? Yok olup gitmeyecek olmanın mı?

Yorulmam sanıyordum belki de, bunu sonsuza dek yapabilirim gibi geliyordu. Sevgi mi o, aşk mı, yaşam sevinci mi, her neyse işte.. Bende sonsuz bir kaynağı var sanıyordum. Eğer yeterince çabalarsam olduramayacağım şey yok sanıyordum. Eğer bir şeyler için kendimi parçalarsam o şey bana sunulur sanıyordum.

Tahmin edersin ki olmadı. Ama zaten buna alışkın değil miyiz? 


Keşke problemin kaynağının yalnızca ben olduğuma inandığım, kendi içimdeki problemleri çözersem dünya aydınlanır yalanına inandığım plastik bi ruhum olsaydı. Hayat, belki daha yaşanılır ve çekici gelirdi. Belki kendimi de o taşla birlikte tepeden aşağı bırakmak istemezdim o zaman.

iki kabus.

bir. elli yaşındayım. otuzlarımın başında, sırf  yalnız kalmamak için makul bulduğum bir adamla evlenmişim. adam kel ve göbekli ama benim se...