21 Mart 2018 Çarşamba

Zemheri



Aptal bademler,
Sizi en iyi ben anlarım.
Erkenden ölüvermek ne güzel, ne onurlu şey.
Her şeyi en tepede bırakıp o sıkıcı düzlüğe inmeden bitirivermek yolculuğu...
Veremeden kesilmesi soluğumuzun.

***

Aptal bademler,
Siz gelecek baharda yeniden açarsınız belki.
Ya ben,
Ya ben...
Kanatsız, kolsuz daha ne kadar dayanırım?
Bilmiyorum inanın.

***

Bademler, sevgili aptal bademler,
Yakın zamanda bir fırtına gelecek diyor haberler.
Çok korkuyorum; hem sizin için hem kendim için.
Ama aramızdaki fark da bu.
Sizin umrunuzda bile değil ki yitip gidecek olmak...
Ama telaşe vermeyin.
Ben, sizin yerinize de korkarım.

***

Aptal bademler,
Ben hep nergisleri sevdim.
Hiç nergis olamadım ama.
Kokularına, süt beyaz duruşlarına özendim hep.
Nergislere ne kolay kanılıyor.
Ekşi, sarı bir sardunyadan başkası da değilim oysa ben.
Sardunyalar nergislere ne de güzel kanıyor.

***

Aptal bademler,
Canım anneanne battaniyesinin altında uyumak çekiyor.
Canım toprağın altında uyumak çekiyor.
Gençliği çabuk tükettim.
İçim nemlenerek küflenmek peşinde.
Siz gencecikken ölün ben sizin yerinize de kocayacağım.

***

Ah, aptal ve güzel bademler ah,
Kaç "Ah." daha var ömürde, ömürcüğümüzde bizim?
Belki Tanrılar bile sayamıyor.
Siz tek bir Ah ile yerle bir...
Ve benim ölümüm yaşamımdan iyi.
Sizden başkasına da yok hiç hayrım.
Ne olur anlayın beni.

***

9 Mart 2018 Cuma

İkarus Başarsa




Kızılay'da, Eryaman'a giden otobüs duraklarının birinde dershaneden çıkıp sonbaharın ilk günlerine inat ellerinde dondurma olan iki genç bekliyorlar. Onur ve Sude. Önce okula sonra dershaneye gittiler buradan da eve gidip yarım yamalak bir yemek yiyecekler sonra da ya zorla ya da isteyerek ders çalışmaya yollanacaklar. Canları kitap okumak ya da televizyon izlemek isteyecek ama olmayacak, izin alamayacaklar. Çünkü önlerinde çalışmaları gereken bir sınav var, çünkü birbirlerini ezerek geçmeleri gerekiyor, çünkü ne istediğin değil neyi başardığın önemli.

Otobüsler gelip geçiyor ama hiçbiri Eryaman'a gitmiyor. Sude çok sessiz. Dünya hakkında her şeyi biliyormuş da susuyormuş gibi bir hali var. İki ay önce geldiği bu şehre bile merakla bakmıyor. Onursa bir otobüs bekleme süresinde onu etkilemek istiyor; kendi kendine bir meydan okuma. Kız yabancı biri ve Onur tüm karasal iklim yerlileri gibi başka baharların kokularını çok merak ediyor.

Önce kulaklığının birini uzatıyor ekmeğini paylaşır gibi. Kız memnuniyetle kabul ediyor bu teklifi. Belli ki bazı duvarların müzikle yıkılabileceğini düşünüyor o da. Müziğe kafasıyla eşlik ederken çocuğun üst üste binmiş ön dişlerine bakıyor. Gülüşüne yakışır herhalde diye düşünüyor. Keşke gülse bi' kere...

Birinin bir konu açması gerek. Küçükler, sessizlik korkutuyor onları en az yalnızlık kadar. Kafalarının içindeki şeylerin yankısı ürkütüyor, alışkın değiller daha. Bir konu açılmalı. Birinden biri yapmalı bunu. Ama ikisi de ortak  noktalarını bilmiyorlar, yanlış bir şey söylememek için geri duruyorlar. Üstelik dondurmalarını da yediler çoktan.

Derken önlerinden kırmızı ve krem rengi renklerde eski tip bir otobüs geçiyor. "Aa, eski Türk filmlerinkinden..." diyor Sude. İstemsizce. Sonra pişman oluyor. Onur mutlu bu durumdan. Çünkü konuşacak. "Eskiden bunlar da gidiyordu Eryaman'a ama yeniler gelince sayıları azaldı. İkaruslar..."

"Neden? Babalarına karşı mı gelmiş onlar da?" Anlamıyor Onur, büyük bir sırrı bilmesi gerekiyormuş da bilmiyormuş gibi utanarak soruyor. "Nası' yani?" Hüzünle karışık gülüyor öbürü. Aklına eski günler gelmiş gibi gülüyor gözleri. "Ben yüzyıllardır aynı masalların anlatıldığı bir yerden geliyorum. Onlardan biri geldi de aklıma. Hani şu atla girilip işgal edilen yer..."

Kızın suratına dikkatle ama bu dikkatin fark edilmesinden korkarak bakıyor Onur. Çocukluğunun nasıl olduğunu merak ediyor. Kaç yaşında başladı okula? En sevdiği oyun neydi? Annesini seviyordu en çok babasını mı? Ya da eğer o Hintlilerin dediği gibi reenkarnasyon varsa belki de eskiden Hera'ydı diye düşünüyor  ya da Afrodit... Güzelliğin can yakıcı olduğu söylemişti şair, hayret o hiç yanacak gibi hissetmiyor kendini. Kızın dudaklarının hareketi kaybolunca konuşmak zorunda hissediyor kendini.

"Truva, biliyorum ama hala anlamadım babasına karşı gelen otobüsleri..."

Kız gülüyor. Skor. Aferin sana Onur.

"Belki de birlikte çözebiliriz, ben hikayeyi biliyorum sen de otobüsleri. Var mısın?" diyor çizgi film sesiyle. 

Çocuk gülüyor. Bir skor daha. Aferin sana Sude. Kahretsin, Onur'un dişleri gerçekten ne yakışıyor gülüşüne. Sude kalbinden atışlar armağan ediyor ona. Çaktırmamak için kendine gelip ciddileşiyor. Yanağının içini ısırıp anlatmaya başlıyor.

"Dinle. Kahramanımızın adı İkarus. Truva'nın biraz ötesinde Girit'te yaşıyor. İyi aile çocuğu, babası mimar falan. Zeki biri. Bir gün kralları babasından bir labirent yapmasını istiyor. Bir ceza için..."

"Labirent mi? İlginçmiş. Peki, çözünce kurtuluyor mu hapsedilenler?"

Konuyla Onur'un ilgisini çektiği için  mutlu. Omuzlarını silkiyor şımarık şımarık. "Dur geliyoruz oraya, az kaldı."

"Her şeyden aşktan denir ya hani. Bu öyküde de öyle." Uzaklara dalıyor, otobüs yoluna bakıyor uzun uzun. Sonra devam ediyor. "Krala her yıl yedi kız ve yedi erkek verilirmiş eskiden; buna zamanla karşı çıkanlar olmuş biri de Thesus. Kralın kızı Ariadne'yi deliler gibi seven Thesus, krala karşı çıktığı ve insanları ona kurban etmediği için hapsedilmiş labirente."

"Ariadne dayanamamış sevdiğinin hapsedilmesine. Ona bir yumak ip vermiş gizlice. İşe yarar gibi görünse de Thesus bu ipi kullanarak kurtulmuş oradan. Babasının ne kadar sinirlendiğini tahmin edersin. Ama kızına da toz kondurmamış; suçun Ariadne'de olduğu herkesçe bilinse de o İkarus'u ve babasını suçlamış. Ve onları kendi yaptıkları labirente hapsetmiş."

Binmeleri gereken otobüs geliyor. Mavi renkli. Birkaç dakikalığına durup sıraya giriyor, kartı okutup otobüse biniyorlar. Ortalarda bir yerde yan yana duruyorlar. 

"Haydi devam et." diyor Onur hevesli hevesli.

"Nerede kalmıştım?"

"Labirent. İkarus ve babası labirentte hapisti."

"Evet evet, sonradan babasının aklına bir fikir geliyor. Kendisi ve oğlu için kanatlar yapıyor. Bal mumu ile bağlıyor bunu bedenlerine. Ayrı ayrı uçacakları için de uyarıyor İkarus'u. 'Ne çok alçaktan ne de çok  yüksekten uç ve Güneş'e aldanma; dikkatli ol. Kanatlarının kopmasına izin verme' diye."

Otobüs ani bir frenle sarsılıyor. Sude'nin kelimeleri bölünüyor. 

"Ee?"

"Tamam." diyor İkarus babasına ama tutamıyor sözünü. Güneş'e doğru uçuyor, aşık oluyor ona; gözlerini kör etmesine, kanatlarının eriyip yok olmasına aldırış etmiyor. Tek derdi ona ulaşmak için çabalamak oluyor. Ama yapamıyor. En sonunda kanatları düşüyor ve o da denizi boyluyor. Sizin İkaruslarınızı bilemem ama bizimkinin öyküsü bu."

"Bizimki de yokuşları, virajları hızlı gitmek istiyor ama başaramıyor. Ben eski oldukları için böyleler sanıyordum ama meğer Güneş'e gitmek isteyip başaramıyorlarmış."

"Ya dalga geçme!" diye minik bir isyan ediyor ama gülmekten de kendini alamıyor Sude.
Zeki adamlara özgü o sesle konuşuyor Onur. "Şaka bir yana İkarus'un babası yapmamış mıydı bu labirenti?" 

"Evet, o yapmıştı."

"O halde nasıl çözüleceğini bilmesi gerekmez miydi?"

Sude önce şaşırıp duralıyor. Şah ve mat çünkü. Çok bariz. Böyle bir şey beklemiyordu. Etkilendiğini belli etmemek için elinden geleni yaparak "Ha kanatlara, bal mumlarına, yedi erkek yedi kadın kurbana şaşırmadın bu mu çekti dikkatini Onur?" diyor gülerek. 

"Yok canım, sordum öylesine." diyor ama kazananın kendisi olduğunun da farkında. 

Baktıkları otobüs camından gün batıyor. Ayaküstü edilen muhabbetlerin, flörtlerin değerini, tadını çok sonradan fark edecek olmanın rahatlığıyla gülümsüyorlar birbirlerine.

3 Mart 2018 Cumartesi

23




Yaklaşık üç saat önce yirmi üçüncü yaşımın ilk gününü bitirdim. Yirmi ikinci kez mum üfledim. Sayısını bilmiyorum tuttuğum dileklerin. Her sene söylerdim dileğimi umarsızca. Bu sene kendime sakladım. Bu yazıya neden başladım bilmiyorum ama tahminim son yaşımın ağırlığı ve bana kattıkları olabileceği yönünde. Yaşadıklarıma daha bir kıymet verir oldum. Kendimi önemsemeye mi başladım ne? Hayırdır, neler oluyor bana?

Her neyse ufak bir karşılaştırma yapacak olursam koptuğum, partilediğim anlar beşte bir oranında azdı bu sene; geçen seneye göre. İlginç. Ne ara bu kadar değiştim ve ne ara bunu huzurlu bulmaya başladım ben de bilmiyorum. Emekli gibi yaşamaya başladım diye nazire yapsam da bugünkü şekersiz, beyaz unsuz kekim ve candan arkadaşlarla tabu oynayarak yeni yaşımı kutlamak bir süre sonra gelenleri tanımayacağım kadar kalabalık bir ortama dönüşen o eski partilerden iyi geldi bana. Bunu itiraf etmenin kolay olmadığını da söyleyebilirim. Çünkü fark edebileceğiniz gibi; ALIŞKIN DEĞİLİM. Hala iyi ya da kötü aniden bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum. Huzura ve stabiliteye alışmak zaman alıyormuş bunu anladım.

Bir kişi gitmeye başlayınca herkes gitsin, ne olacaksa olsun isteyebiliyormuş insan onu da anladım. Yalnız da konsere gidilebilirmiş, yalnız yürünebilirmiş. İnsan duvarlarını yıkıp sadece iyiliği paylaşmadan kötüsünü, içinin katranını da akıtabilirmiş. 

En yakını gidebilirmiş, Bunun için kızmak, küsmek manasızmış. En yakınının şimdiki zamanına iştirak şart değilmiş. Dostluk bitirebilmeyi de içeriyormuş. En yakını gidince gereksiz kim varsa gitsinler istiyormuş insan. Gitsinler de evi havalandırayım çarşafları değiştireyim diye geçiriyormuş usundan.

Her şeye rağmen gelenek önemliymiş. Yılın aynı günlerinde gelen çok yılladır devam eden şeyleri çocuk gibi sevinerek beklemekmiş hayat... Her şeyle sevgiyle başa çıkabilirmişiz; sevgisizliğin bile hatta en çok sevgisizliğin.

İnsan benzeriyle kaimmiş. Ona ait olunca güzelmiş; abartmadan usul usul çiçek sever gibi bakmak gerekiyormuş ama. Yoksa ipin ucu kaçıyormuş. İpin üstünde yürümek gibi...

Hayat, ben senin beni sobelemeni seviyorum. Elinden geleni ardına koyma. Öğret bana bir bir; neyin varsa. Ama dikkat et dizlerim kanamasın olur mu?


04.03.2018  03:48
🌸

iki kabus.

bir. elli yaşındayım. otuzlarımın başında, sırf  yalnız kalmamak için makul bulduğum bir adamla evlenmişim. adam kel ve göbekli ama benim se...