17 Şubat 2018 Cumartesi

bir kahkahanın anatomisi





"Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza"



Çocukken her şeyi ikiye bölerdim. Hayat ağlanacak ve gülünecek şeylerden ibaretti. Gülünecek kısımları daha fazlaydı. Sonra gülünecek ve ağlanacak şeyleri de ikiye bölerdim. Böler ve paylaşırdım onları. Benimle paylaşılanları da keyifle kabul ederdim. Yaşamın özü buydu o zamanlar; bölmek ve paylaşmak. Sonra azar azar azaldı ikisi de. Azaldılar ve biz kaybolduk.

Ama şu an azalan yanlarımızdan bahsetmek istemem. Zira bu çuvalı sizinle taşıyasım var. Eğer hikaye anlatıyorsak hala umut var demektir değil mi? Hala umut var.

Ne diyordum? Evet, çocukluk. Bizim çocukluğumuz. Ülkenin büyük şehirlerinden birinin televizyonlarda asla gösterilmeyen bölgelerinden birinde geçti çocukluğum. Zaten bizim de televizyon alacak paramız yoktu. Siz deyin ghetto, ben diyeyim varoşlar... Yüzünü birden ekşitenleriniz için söylüyorum çoğunuzdan daha güzel bir çocukluk yaşadığıma emin gibiyim. Gibisi fazla eminim, kanayan tüm yaralarım ve oynadığım tüm sokak oyunları adına; en güzel çocukluk bizimkiydi. Biz yani: Eda, Selim ve ben. Kapı komşusuyduk. Bırakın yolları, mesafeleri duvar bile yoktu evlerimizin arasında. İki yaş büyüklerdi benden ama abla abi demiyordum. Eda en yakın arkadaşımdı, Selim de Selimdi işte. Onun yanında elimin ayağıma dolaşmasına, terlememe, karnımın ağrımasına ne deniyordu bilmiyorum ama ona abi demeyecektim işte. Hem benim abim  vardı üstelik iki tane. Mustafa ve Mehmet abim. İkisi de şehirde, fabrikada çalışıyordu. Bazen iş dönüşlerinde, eğer yevmiyelerini tam almışlarsa, bize şeker de alırlardı.


Biz üçümüz birlikte oynardık. Okuldan dönüşlerini heyecanla beklerdim; büyüyüp okula gitmeyi de öyle. En sevdiğimiz oyun seksekti. Paramız olsa top alacaktık ama her para biriktirme girişimimiz üç leblebi tozu parasına ulaşınca gidip mahalle bakkalından almamızla sonuçlanıyordu.

***

Bir gün hayat tüm sıradanlığı ile akıp giderken Mustafa abim elinde ilginç bir makine ile geldi. Böyledir, küçük hayatları küçük ayrıntılar farklı kılar; o hayatlara küçük şeyler anlam katar. O gün de böyle bir gündü.


Abim koca sesiyle anlatmaya başladı. "Bizim Ahmet'ten ödünç aldım bunu; fotoğraf çekmek için..." Eda ve Selim benden başka bir şaşkınlıkla izlediler abimi. Bildikleri ama hiç görmedikleri bir şeyi ilk kez görüyor olmanın coşkusu ve şaşkınlığıydı bu. Bense Amerika'yı ilk kez keşfetmiş gibiydim. Adını bile duymamıştım elindeki şeyin. Hem fotoğraf ne demekti ki... Bana neden anlatmamışlardı bunca zaman? Mutsuz mutsuz abime baktım, diğerlerine küsmüştüm ve bunu anlasınlar istiyordum. 

Abim fark etti, her zaman fark eder. "Gel bakayım buraya; anlatalım sana neymiş, ne değilmiş..." Yanına gittim, elimden tutup Edaların evinin önündeki mısırların yanına götürdü beni. "Bak Bıdık, şuraya basınca karşındaki şeyin resmini çizmiş oluyorsun."


"Nasıl yani?!" dedim anlamaz anlamaz. Böyle bir şeyin olma ihtimali bile imkansız gelmişti o an. Resim çizmeyi çok seviyordum ama hiçbir zaman istediğim gibi olmuyorlardı. Bununla istediğim resmi çizebilir miydim yani...

"Basbayağı." dedi abim. Arkama geçti, eğildi, makineyi omzuma astı. Yavaşça gözüme yaklaştırdı, işaret parmağımı tuttu, deklanşöre götürdü. "Bak şuraya basacaksın." diye. Bastım.

"Şimdi ne olacak abi?" diye sordum meraklı meraklı. "Bunlar şehirde banyo edilip bize verilecek Bıdık." dedi. Sesinde bir şeyleri bilip bana öğretmenin haklı gururu vardı; çok istediği halde ilkokuldan sonra okula gidememiş, on üç yaşında çalışmaya başlamak zorunda kalmış birinin haklı gururu... "Islanınca üşümezler mi abi?" dedim saf saf. Kocaman bir kahkaha patlattı. "Hayır Bıdığım üşümezler, daha sonra kuruyacaklar çünkü." dedi. Yeni bir şey daha öğremenin heyecanıyla çırptım ellerimi.

Canımın sıkıntısı geçmişti, hala oynayan Edalar'ın yanına gitmeye yeltendim. Mehmet abim geldi o sırada yanıma "N'aber kız bitli?" diyerek. "Ya! Sensin bitli!" diye bağırıp öfkeli bir bakış attım ona. Ne var yani köpekleri ve keçileri sevdiysem... Üstündeki minik canlıları paylaşmışlardı benimle. Onlar da seviyordu demek ki paylaşmayı benim gibi. 

Abim "Şaka şaka..." deyip kesilirken çok ağladığım saçlarımı karıştırdı. "Annem yemek yaptı mı?" diye sordu. "Yaptı." dedim omuzlarımı silkip. İçeri girmeden elini yüzünü yıkamaya seğirtti ben de oyunumuza dönelim diye somurta somurta bizimkilerin yanına gittim. Abim hala elinde makineyle geziyordu.

Selim yanıma geldi "Ne sıktı canını?" diyerek. "Abim bitli diyor bana..." dedim sesim ağlamaklıydı. "O osuruklu kıçına baksın." dedi sakin sakin. Bunu Dünya'nın en normal şeyiymiş gibi söylemişti. Kocaman bir kahkaha patlattım. Kahkahamla aynı anda abim de parmağının bir kısmının makinenin önünü kapatmasına aldırmayarak deklanşöre bastı. Dünya o anlığına durmayı bıraktı bana kalırsa. O an yavaşladı biraz.



Atabileceğimiz en içten kahkahayı zaten atmış, en güzel günümüzü zaten geçirmiş olabileceğimiz söylenir hep. Bunun hüznünden, o anları geri getirememekten bahsedilir. Şanslı sayıyorum kendimi bu konuda. O koyu hüzünden mahrumum çünkü ben içten kahkahamı bir çocukluk gününde, şehrin varoşlarında seksek oynarken attım. Bakın bu da kanıtı. Joseph Niepce var olsun.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

iki kabus.

bir. elli yaşındayım. otuzlarımın başında, sırf  yalnız kalmamak için makul bulduğum bir adamla evlenmişim. adam kel ve göbekli ama benim se...